41. İstanbul Film Festivali Günlükleri – 2

İstanbul Film Festivali 41. Yılında harika bir seçkiyle karşımıza çıktı. Bu seçkide izlenilen filmlere dair kısa günlükler bu seride yerini alıyor.

Dear Thomas: Bir sanatçının yaratım sürecine, geçmiş travmalarına, devlet baskısına karşı direnişine ve en önemlisi kendisiyle yüzleşmesine değiniyor. Olabildiğince yaratıcı olmaya çalışan rejiye rağmen konu edilen kişinin hayatı çok farklılıklar vaat etmiyor. Albrecht Schuch harika bir performans gösteriyor. Filmin kurgusundaki savrukluk filmin takibini güçleştiriyor. Konu edilen kişinin hayal gücü ile gerçekler arasındaki gelgitleri filmi kurtarmaya yetmiyor.

Reflection: Vastanovych yine mükemmel kadrajlarına çarpıcı kareler yerleştiriyor. Uzun tek planları filmin durağan gibi görünmesine sebep olsa da, bu durağanlık seyirciye düşünmesi için fırsat tanıyor. Atlantis sonrası ben bir tuğla daha koyup hikaye anlatımını da bir tık geliştirdiğini düşünüyorum. Reflection şu an savaşın göbeği olan Ukrayna’daki olayların başlangıç noktasına mercek tutuyor. Bulunduğu coğrafya üzerinden insan psikolojisini farklı yönleriyle irdelemesi açısından değerli bir çalışma olmuş. Ayrıca ölüm sonrası yas ve çaresizliğin verdiği yalnızlık hissini de sonuna kadar hissettiriyor.

Pahantautoja: Büyüme metaforu üzerinden insanların değişimleri, masalsı bir zemine oturtturularak karşımıza body horror olarak sunuluyor. Anlatısındaki metaforik öğeler fazlaca baskınlaştığından kare kare inceleme yapmak mümkün diyebiliriz. Mükemmel görünen aile kutsalı bir kez daha bu filmle yıkılıyor. Robotik oyuncu performanslarını yönetmen bir seçim olarak kullansa da, oyunculuk anlamında biraz daha gerçekçilik iyi gidebilirdi. Buna rağmen özgün bir film denilebilir.

Rimini: Rimini için söylenebilecek en doğru şey belki de tipik bir Seidl filmi olması denilebilir. Estetikten yoksun karakterleri, dikenli konusu, arızalı olmasına rağmen bunun farkında olmayan karakterleriyle zorlayıcı bir deneyim sunuyor. Sabit planlarıyla makine gibi işleyen bir film ortaya çıkıyor. Paradise üçlemesini sevenler için benzer bir dünya karşımıza çıkıyor. Arızalı insanların yapay duyarları filmin en büyük ironisi denilebilir. Avusturya’nın her filmiyle daha tuhaf bir yer olduğunu içimize işleniyor.

The Middle Man: Bent Hamer The Middle Man filminde bu sefer Coen filmlerine benzer bir hikayeyi karşımıza çıkartıyor. Şapşal karakterleri, olabildiğince az mimikli performansları ve yanlış hareketler resitali resmediliyor. Film finaline kadar dozunda izlerlerken bir anda Coen filmi olmaktan vazgeçiyor. Böylece etkisini kaybediyor diyebiliriz. Norveç’in en prestijli oyuncularını topluca görmek için en güzel seçeneklerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Hafif seyir sevenler beğenecektir. Ancak tatmin eder mi tartışılır.

Both Sides of the Blade: Claire Denis’in ilişkiler üzerine tespitlerini filme dönüştürme sevdasından öne çıktığını düşünüyorum. Klişe bir arada kalan kadın hikayesi olması dışında Denis sinemasının zayıf halkalarından biri olarak akılda kalıyor. Binoche her zamanki gibi büyüleyici. İlişki içi kavga sahneleri gerçekçi görünse de, ana karakterin sevgilisine karşı ergen aşık tutumu ne yazık ki filmin inandırıcılığına dem vuruyor. Denis gibi dünya dertlerine kendini adamış bir yönetmenin bu kadar sıradan bir filme imza atması belli ki sinemaseverleri hayalkırıklığına uğratıyor.

Robe of Gems: Kartel filmlerinden beklediğimiz kadar sert bir film. Ancak hikaye anlatımı konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Kurgusu hikayeyi hantallaştırıyor. Bildiğimiz bir konuya yeni bir katman katamıyor. Yine de kartel filmlerine aşina değilseniz bazı sahneleri sevebilirsiniz. Çarpıcı finali dışında albenisi ne yazık ki ortaya çıkamıyor. Vasat bir iş olarak akılda kalıyor.

Novalist’s Film: Hong Sangsoo entelektüel kesimin sancılarını irdelemeye devam ediyor. Bir kez daha diğer filmlerinin kopyası günlük hayattan tatlar yakalıyorum sevdasında sinemasına yeni halka eklemiş. Novalist’s Film’de bu kez roman yazarının peşinden rutinini devam ettiriyor. Fotokopiye devam şekilde siyah beyaz estetiğine sırtını dayayarak göz boyuyor. Ancak siyah beyazı da iyi kullandığını söyleyemeyiz. Bu haliyle sözde derin konulara giren ama sığ diyaloglarla bezeli amatör film görünümünden vazgeçmiyor.

Olga: Bu yıl özellikle Ukrayna yapımı filmlere dikkat ediyorum. Olga da Ukraynalı bir sporcunun Maidan olayları yüzünden farklı bir ülkeye yerleşme sürecini anlatırken, günümüzde yaşanan olayları düşündükçe buruk tat bırakıyor. İnsan psikolojisi ve geride bıraktıklarını iyi özetliyor. Kimlik bunalımının ortasında büyüme hikayesi denilebilir. Aynı dili konuşan ülkelerin beraberce yaşarken aniden politikalar nedeniyle düşmanlaştırılması ve Avrupa’nın küçümseyici tavrını filmde bulmak mümkün. Savaşın travmatik etkisini işlemesi açısından değerli bir çalışma oluyor. Spor her zaman birleştirici olmayabilir diyor.

Les Choses Humanies: Nüfuslu bir adamın oğlunun tecavüz davası gibi klişe bir hikayeden yola çıkan Les Choses Humanies; kadının toplumdaki yeri, adalet sisteminin neye göre vakaları değerlendirmesi gerekir gibi derin konularının altından başarıyla kalkıyor. Mahkeme filmi sevenler için adeta cennet! Bu yılın bana göre sürpriz filmlerinden biri diyebilirim. Zaten yıldızlarla dolu kadrosunu da hesaba katınca albenisi olan bir film ortaya çıkmış. Filmin süresi su gibi akıp geçerek kendinizi gerçeklerin peşinde koşarken buluyorsunuz. Toplum ve bireylerin olayları yorumlama çelişki gözler önüne seriliyor.

Sundown: Michel Franco yine yapıcağını yapıyor ve artçı şoklarla dolu bir film daha ortaya çıkartıyor. Yine sınıf problemleri, adalet sistemindeki defolar, hayat almanın bedeline dair kendince tokat gibi çarpıyor. İnsan doğasının sığ sularında basitleşme isteğine dair harika bir film ortaya çıkıyor. Kurgusundaki kesinlik ve ana karakterinin imgelerle bezeli gündüz düşleri filmin derinleşmesine izin veriyor. Öte yandan vegan okumaya olanak veren doneleri ise filmin çok boyutlu anlatısının eseri oluyor.

Kapitan Volkonogov Bezhal: Sovyetler döneminde işlenen suçlar, insanlık dramları ve sistemin dayattığı  adaletsiz düzen… Peki bunca yaşanan günahlar affedilebilir mi? Kapitan Volkonogov Bezhal bir ülkenin içinde sıkışan insanların sesi olmak istiyor. Harika sanat yönetimi ve akılda kalıcı kareler yakalıyor. İmkansızın içinde bir arınma töreni gibi, bedenini arayan ruhların peşinden gidiyoruz. Volkonogov’un günah çıkarma arayışı tarihin kanlı sayfalarını aralıyor. Seyircisine düşünecek doneler bırakıyor. Bu yılın programdaki en başarılı filmlerinden biri. Yıl sonu listelerinde olmasını beklediğim ama az kişinin izlemesi nedeniyle gözden kaçacak bir muhteşemlik…


Yayımlandı

kategorisi

,

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın