İstanbul Film Festivali 41. Yılında harika bir seçkiyle karşımıza çıktı. Bu seçkide izlenilen filmlere dair kısa günlükler bu seride yerini alıyor.
As In Heaven: Yine bir büyüme hikayesi, bu sefer hikayesini anneyi kaybetme korkusundan alıyor. Ataerkil bir toplumda kadın olmanın zorlukları ve ergenliğin oluşturduğu karmaşık duygular. Bir geçiş süreci… Zaman zaman yerinde imgeler yakalasa da sinema olarak zayıf bulduğum bir film oldu. Bakış açısını tek bir yerden sunması filmin derinleşmesini engelliyordu. Mistik öğeleri karakterinin iç dünyası bazlı kullanması belli ki filmin tek çekici yanıydı.
Earwig: Zor bir büyüme hikayesi, bu sefer hikayesini anneyi kaybetme korkusundan alıyor. Ataerkil bir toplumda kadın olmanın zorlukları ve ergenliğin oluşturduğu karmaşık duygular karşımıza çıkıyor. Bir geçiş süreci… Zaman zaman yerinde imgeler yakalasa da sinema olarak zayıf bulduğum bir film oldu. Tasvirleri ve sahneleri arasında anlam bakımından seyircinin kendini çok zorlaması gerekiyor. Lucile bu sefer kariyerindeki en zayıf işi çekmiş gibi görünüyor. Yarattığı atmosfer de filmi kurtarmaya yetmiyor.
Dört Duvar: Bahman Ghobadi’nin kariyerinin düşüşünü izlemek acı veriyor. Dört Duvar karikatürize bir dram olmanın ötesine geçemeyen, oturmayan replikleri ve işlemeyen senaryosuyla tam bir hayal kırıklığı oldu. Her sahnede göz devirdiğiniz bir an ortaya çıkıyor. Eski filmlerindeki estetikten de yoksun bir yapı hakim. Türkiye’yi tam olarak tanımadan bir oluşturmak büyük hata oluyor. Ülke insanının polis ve din adamlarına güvensizliği düşünüldüğünde bu karakterleri dost gibi göstermenin hiçbir mantığı yok. Ghobadi aldığı Türk vatandaşlığının kefaletini ödemek dışında yeni bir şeye kalkışmamış ve çöküşe geçmiş.
Kandisha: Bu sefer Fas mithlerinden yararlanarak Fransa’daki gençlere ahlak muhasebesi yapan ataerkil sistemde toksik erkek baskısına musallat oluyor. Alt metni olarak son derece duyarlı olsa da klişe korku filmi görsel yapısı ne yazık ki ciddiye alamamamızı sağlıyor. Bu yılın zayıf mayınlı bölge seçkisinin vasat örneklerinden biri olarak akılda kaldı. Folklorik öğeleri sadece korku figürünü şekillendirmiş.
Fire on the Plein: Taksici cinayetlerini anlatan Ovadaki Yangın bir ilk filme göre hikaye anlatımı konusunda pek zorluk çekmiyor. Ancak hantal kurgusu filmin temposuzluktan üst kademeye çıkmasını mani oluyor. Gizem öğelerini önemsemediğinden daha çok karakterlerine odaklanıyor. Sonuç orta şekerli oluyor. Polisiye kısmına daha çok özen gösterse belki de senenin en iyi filmlerinden biri çıkabilirmiş.
Medusa: Cinsel özgürlüklerin din kisvesi altında yasaklandığı ve linç kültürünün özgür insanları hedef aldığı fantastik bir dünyada geçen Medusa… Durun durun şu an yaşadığımız dünya değil mi bu? Gerçekten de zekice bir metafor kullanılmış ve ortaya bol neonlu zorlama bir büyüme hikayesi çıkmış. İlahiden bozma müzikleri ve yer yer fantastik öğeleriyle mizahi ve yeni bir şey vaat etmeyen bir film çıkmış. Muhafazakarlıktan bıktığımız bu günlerde en azından bizim ülkeye pek hitap etmiyor.
Atlantide: İtalyan gençlerinin sürat teknesi takıntıları, asit müzikler, yeni neslin eğlence anlayışları ve doğanın telef edilmesi… Tüm bunlar Atlantide’ın doku drama filminde mevcut. Kayıp gençliğin kirlettiği denizler ve uyuşturucu dünyasının karanlık yüzü yalın bir anlatımla sunulmuş. Gençlik nereye gidiyor sorunu aklımıza getiren bu yapımın en vurucu kısmı olayların gerçekten oluyor olması olabilir.
Feature Film About Life: Ölen babanın ardından cenaze ritüelleri ve geçmişin ruhuna dair bir ağıt… Litvanya’daki cenaze kaldırmanın zorluklarını yönetmenin çocukluğu ile paralel sunumuyla ortaya çıkan bir yas filmi… Feature Film About Life çok kişisel bir film olması dışında ilgi çekici olamıyor. Karamsar tavrı sinematografik olmaktan uzak görünüyor.
Turna Misali: Bu seneki ulusal yarışmanın zayıf filmlerinden biri. Yörük halkı hakkında film çekmek için çekilmiş bir film gibi. Maalesef ne oyunculukları, ne de sinema tercihleriyle amatör bir film olmanın ötesine geçemiyor. Samimi tavrı filmi kurtaramıyor. Zayıf halka oluyor. Ülke sinemasını geriye götüren şipşak filmler gibi diyebiliriz.
Klondike: Harika sinematografisiyle tam bir yönetmen filmi. Özellikle sıcak gündemi yakalaması, kadraj seçimleri ve başrol oyuncusunun başarılı performansı ile öne çıkıyor. Çarpıcı finali bölgedeki trajediyi gözler önüne seriyor. Çok güçlü bir sinema ortaya çıkmış. Muhtemelen TRT yapımı olması dolayısıyla sene sonundaki Oscar adayı tartışmalarının baş aktörü olacak gibi. Planlı mizansen anlayışı çoğu seyirciyi rahatsız edebilir ama yine de yönetmen filmografisinin en iyi işini çıkarmış.
Land of Dreams: Harika bir fikirden yola çıkıp mesaj kaygısı güderek beklentiyi karşılayamayan bir film oldu. Başrol Sheila Vand dışında tüm oyuncu kadrosu kötü performans sergiliyor. Yapay ve teatral bir haldeler. Abd’deki göçmenliğe ve ırkçılığa dair yarım kalan bir başarı diyebiliriz. Bu kadar parlak bir fikirden bu kadar hantal bir film çıkması yorucu oluyor. Tekrara düşen yapısı ve finali için bu filmi yaptım dedirten görselleri zayıflığı gizleyemiyor.
Rhino: 13 dakikalık muhteşem bir açılışla başlayan film, aniden Goodfellas olmaya özeniyor. Ritmik kurgusu yer yer seyirciye aceleci görünmesine neden oluyor. Suç dünyasına dair başarılı bir film olsa da, açılış sahnesinin seviyesine filmin genelinde çıkamıyor. Bu sefer de Ukrayna üzerinden bir mafya filmi izlemek isteyenler için denenebilir.
Yaban: Hâlâ bu tip bir senaryonun nasıl film olduğunu anlayamadığımız filmlerden. Aynı senaryoyu okulda verseniz dersi geçemezsiniz ama bizim ülkede uzun metraja dönüşüyor. Filmin ortasında finali görebiliyorsunuz. Yan karakterler iki boyutlu çizilmiş ve hangi amaca hizmet ettikleri bile belli değil. Yönetmen kendi kafasında oturttuğu şeyleri, filminde seyirciye yansıtamamış. Tek iyi yanı 80 dakika olması.
Birlikte Öleceğiz: Bolca sevdiğiniz yeri ve bolca göz devireceğiniz yanları olan bir film. Sanki her parçası başka bir filmin karesi gibi. Yönetmenler her sahneyi bütünün parçası olarak görse de, bana kalırsa yan hikayelerin çoğu olsa da olur, olmasa da… Üvey evlat gibi film… Ne sevebiliyorsunuz, ne de nefret edebiliyorsunuz. Özgür Emre Yıldırım gibi muhteşem bir oyuncu bile filmde ortalamada kalıyor. Su Kutlu ise performansının üstüne çıksa da yeterli olmuyor. Patlama anlarında yapay kalıyor. Cansu Boğuşlu harika bir görsel işçilik sunmuş. Oyunculuk anlamında ise biraz tutarsız bir film diyebilirim. Bazı anlarda yükselirken, bazı sahnelerin hakkının verilmediği görüşündeyim. Sanat ve edebiyata dair yapılan özenli seçimler filmin ruhuna epey katkıda bulunmuş.
Leonor Will Never Die: 80’lerin ucuz aksiyon filmlerine saygı duruşu niteliği taşıyor. Oyunbaz ve eğlenceli senaryosu tam sinefillere hitap ediyor. Beklentisiz izlenirse zevk alınabilir. Sempati oylarını toplayacağından tam seyirci dostu. Yer yer yorucu olabiliyor. Yine de arkadaşlarla toplanıp absürtlüklerden beslenen senaryosuna gülüp geçebilirsiniz. Başrol oyuncusunun şirin oyunculuğu için bile izleyebilirsiniz.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.