İstanbul Film Festivali 41. Yılında harika bir seçkiyle karşımıza çıktı. Bu seçkide izlenilen filmlere dair kısa günlükler bu seride yerini alıyor.
Aşk Mark Ölüm: Türklerin Almanya’ya göçünü müzik dünyası üzerinden anlatan Aşk Mark Ölüm, özenle seçilmiş arşiv görüntüleri ve konuklarıyla döneme dair çok özel bir film olmuş. Döneme dair detaylar ve bilmediğim pek çok bilgiyi barındırması açısından bulunmaz nimetti. Almanya’nın karpuz seçer gibi işçi seçmesi görüntüleri aklıma Nazilerin ölüm kamplarını hatırlatmadı değil! Bu yılın en seyirci dostu filmi olacak gibi görünüyor.
Bana Karanlığını Anlat: Metin olarak iyi bir dramedi olsa da, tiyatroda bu metin daha başarılı olurdu. Tek mekanda oyuncu performanslarına sırtını dayayan bir filmde, yönetmen ilk film olarak sınırlı kalmış. Oyunculukların da teatralligi nedeniyle bir yerden sonra görsel ya da kurgu oyunu istiyor. Kimi performanslar daha iyi oyuncu yönetimi ile yükseltilebilirmiş. Ortalama işler arasında yerini aldı.
Çilingir Sofrası: Duyguyu seyircisine geçiren iyi bir dizi bölümü gibi hissettirdi. Sanki uzun metraj değil de, farklı bölümlere sahip dizinin bir bölümünü izliyorduk. Sonradan öğrendiğim üzere zaten dizi kökenli bir film olduğu ortaya çıktı. Yerli dizilerdeki oyuncu performanslarının daha iyi olduğu gerçeği ödül gecesinde ödüllenerek kanıtlandı. Kamera kullanımındaki kontrolsüzlük ve grenler teknik olarak rahatsız edici olmuş. İki oyuncunun kimyası tutmuş ve bu kimya sayesinde film başladığı gibi bitti. 60 dakikalık film süresi festivallerde rahatlatıcı olsa da, vizyonda bilet parası yüzünden filmin önüne engel olarak bu süre geri dönebilir.
Occhieli Neri: Dario Argento geri döndü diye sevinirken, aslında sadece film yapma anlamında dönmüş. Argento klasının yerinde yeller esiyor. İlk 10 dakikalık bölümü dışında geri kalan kısım amaçsız bir çırpınış gibi. Kötü senaryo, reji, kötü efektler. Argento’nun ne hale geldiğini görmek üzdü. Halbuki başroldeki oyuncusunun aurası daha iyi yansıtılabilirmiş. Senaryo anlamında geliştirilse Argento sineması geri döndü diyebilirdik ama dönememiş.
Vortex: Gaspar Noe yaşlılık ve ölümün filmini çekmiş. Hayatımız boyunca topladığımız ve yaşadığımız her şey bizden sonra bir çöplüğe dönüşecek demiş. Bir önceki filminde denediği ekranı ikiye bölme esprisini geliştirerek dramatik anlatıyı güçlendirmek için kullanmış. Vortex için bir anlamda Noe’nin Amour’u diyebiliriz. Vortex yıpratıcı, insanı tüketen bir gerçekliğin sinemada üzerinize karabasan gibi çökmesi gibi. Ne yaparsanız yapın, sonun önüne geçemeyeceğimizi tokat gibi çarpıyor. Diğer Gaspar Noe filmlerini unutun ve kendinizi bu filmle çürümeye bırakın!
Flux Gourmet: Peter Strickland özellikle iki Yunan oyuncusunun varlığıyla Yunan tuhaf akımına benzer bir hikaye kurarken, bir anda kendimizi atanamayan Frank filminin içinde buluyoruz. Elindeki yaratıcı hikaye ABD bağımsız kafasına kurban gidiyor ve daha karakter odaklı bir işe dönüşüyor. Modern sanat, sahne sanatları, deneysel müzik ve elitist bir entelektüel topluluğunun aşırılıklarını izliyoruz. Bir yandan toplumsal normları büküp, öte yandan yeni dünya düzenine bakış açısıyla dalga geçmiş. Ancak vasat finali filmin hikayesini layıkıyla bitiremiyor. Senaryosu beklentinin altında kalıyor.
Ela ile Hilmi ve Ali: Ziya Demirel uzun metraja tertemiz bir filmle geçiş yapmış. Şüphenin hüküm sürdüğü üç kişilik bir gerilim ortaya çıkarmış. Olgun erkek – genç kadın arasındaki güven sorunları, yaş farkının yarattığı uyumsuzluklar, yine evliliğin içinde sıkışan bir kadın… 2000’lerin başlarına dair tespitler yaparak hikayesini kendi çocukluğu ile birleştirdiği apaçık ortaya çıkıyor. Ela ile Hilmi ve Ali için bu yılın en başarılı yerli yapımlarından biri diyebiliriz.
Mukavemet: Erkek toksikliğinden ortaya çıkan travmatik, gore bir cinnet hikayesi diyebiliriz. Ancak filmin şiddeti olabildiğince çiğ bir şekilde gösterme sevdası filmin önüne geçiyor. Tek plan olmasının filme önemli bir espri kattığını düşünmüyorum. Hiç seyirci dostu bir iş ortaya çıkmamış. Diyelim ki hedef genel seyirci değil. Bu durum da bir yönetmenin tek plan sevdası için anlatıyı hiçe saydığını gösteriyor. Özellikle bu sebeplerle filmin başındaki bölüm anlamsız kalıyor. Meyve bıçağıyla gerçekleştirilen mezbaha sahnesi açıkçası komik kaçıyor. Filmin finalinde de bu kadar 3. Sayfadan çıkmış bir hikayeyi polis eleştirisi olarak sunmak anlamsız olmuş.
Silent Land: Aile içi dinamiklerini sorgulatan vahim bir kaza… Sınıfsal bakış açısının etik olana karşı vicdan yarası diyebileceğimiz bir hikaye, genel anlamda bir toplum eleştirisi denilebilir. Yine alt sınıfın tüm acıları çektiği bir dünyada üst sınıfın kaygılı tekinsizlik halleri sunuluyor. Yer yer tekinsiz hürriyeti filmin en büyük silahı oluyor. Karı koca arasındaki yaklaşımlar ise filmin aslında burjuvazi hayattaki güvensizliği üzerine de olduğunun altını çiziyor.
Crossroads: Dört sanatçının farklı disiplinlerde yol hikayesini son derece zihin açıcı bir şekilde anlatıyor. Özellikle kurgunun birleştirici ve tempoyu ayarlayan tavrı seyir zevkinin hiç eksilmemesini sağlamış. Bu belgesel benim açımdan ilham verici oldu. Farklı sanat çalışmalarını görerek bienalde gibi hissettim kendimi. Sanatçıların üretim motivasyonları ve işlerine dair ayrıntılar Bulut Reyhanoğlu’nun doğru sanatçı tercihlerinden kaynaklanıyor diyebiliriz.
Zuhal: Toplumun insanlara bakışına dair eğlenceli bir film olmuş. Ancak filmin senaryosunun uzun metrajı kaldıramadığını düşünüyorum. Kısa film olarak daha etkili bir işe dönüşürmüş. Nihal Yalçın’ın tek başına sürüklediği film ilk film için umut verici denilebilir. Filmdeki detayların muzipliği ve apartmanlarda yaşadığımız komşuluk sorunları bu filmle dışa vurulmuş. Kısa öykü olarak da albenisi olabilirdi.
A Plein Temps: Durmak bilmeyen tempolu kurgusu, normal yaşamdan üretilen adrenalin seviyesi ve 24 saatin yetmediği bir anne profili… A Plein Temps metropolun yıpratıcı etkisini birebir yaşatıyor. Laure Calamy muhteşem! Film bittiğinde haftalardır çalışmanın yorgunluğu üzerinize çöküyor. İşçi filmlerini andıran hikayesi, ekmek aslanın ağzında mesajını veriyor. Bu yıl benim en son izlediğim filmdi ve harika bir kapanış filmi oldu.
Kerr: Tayfun Pirselimoğlu çoklu evreninde yine kendine has şaşkınlıkta karakterler, metaforik öğelerle bezenmiş senaryo ve kafkaesk bir bakış açısı… Çok temiz görüntü yönetimi, az da olsa harika Rıza Akın performansı… Bu yıl da Kerr ulusal yarışmada rol çalacak gibi derken ödüllerde iki ödülü kucakladı. Filmin diyaloglarının biraz daha derin olmasını bekleyebilirdim. Ancak Pirselim oğlu bu konuda günlük dilin daha etkili olduğunu düşünüyor olabilir.
Sons of Cain: Çocukların toplanarak geleceği şekillendirme ritüelleri, yetişkinlere ders niteliği taşıyacak kadar örnek olunası olsa da; Sons of Cain’in sinematografisi ve hikayesi maalesef uzun metraj olacak kadar yeterli malzemeye sahip değil. Kısa belgesel olsa daha değerlenebilirdi.
Hit the Road: Renkli karakterler, bitmeyen bir yol ve aile olmanın duygusallığı bu filmi çevreliyor. İran’dan Little Miss Sunshine’a cevap gibi. Lakin ne İran filminde sevdiğimiz çatışmalar var, ne de meselesinde vurucu bir nokta oluşturulamamış. Film sonrasında “aslında bu insanlar ne için mücadele ediyordu” sorusuna ise filmin önemini azaltan bir cevap gelince, filme dair soru işaretleri yaratan beklenti de kuyunun dibini boyladı. Akılda kalan çocuğun şapşallıkları, uzay sahnesi ve köpeğin o hali oldu. Biraz fazla gereksiz övülmüş gibi geldi. Filmin merkezindeki olay bile çok soft kalıyor. İyi sinematografik sahneler dışında akılda kalıcı dahi olamadığını söyleyebilirim. Yine de Panahi’nin oğlundan ilginç bir deneme olmuş. Sadece abartmamak gerek.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.