42. İstanbul Film Festivali Günlükleri – 1

İstanbul Film Festivali 42. Yılında keşiflere imkan tanıyan bir seçkiyle karşımıza çıktı. Bu seçkide izlenilen filmlere dair kısa günlükler bu seride yerini alıyor.

20.000 Species of Bees: Son dönemde fazlaca İspanyol sinemasından gördüğümüz çocuk gözünden bir yaz tatilinin bu sefer, cinsiyet sendromlu versiyon karşımıza çıkıyor. Kimliğin küçük yaşta yarattığı çelişkiler bence iyi gözlemlerle seyirciye iyi aktarılıyor. Ailenin bunu kabullenme süreci etkileyici olarak karşımıza sunulmuş. Filmin yakın dönemde izlediğimiz Alcarras tonunda olduğunu söyleyebiliriz.

Music: Berlin’den aldığı senaryo ödülünü sonuna kadar hak etmeyen bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü hikayesi bağımsız görsel betimlemelere dayansa da, iç dinamiğinde mantık hatalarıyla dolu bir senaryo gözümüze batıyor. Yönetmenin anti-sinema provakatif bakış açısı bu filmde de devam ediyor. Her seyircinin bünyesine uygun değil. Filmdeki müzikal anlar bile sıradanlığın vücut bulmuş hali gibi.

Scrapper: Scrapper mizah duygusunu hiç eksik etmeden, temel aile duygularına sarılan tatlı bir dramedi… Başrol oyuncusu Lola Campbell harika performans sergilerken, ileride adından çok söz edileceğini söyleyebiliriz. Çocuğun bakış açısından bakılan sahnelerdeki rüya ve oyunla karışık sahneler filmin en marifetli anları olarak akılda kalırken, finalde mektup sahnesinde duygusallık Aftersun’ın verdiği etkiyle karşılaştırıldı ama alakası yok tabii ki…

Saint Omer: Saint Omer aile içi psikolojik şiddetin, sevgisizliğin ve iç buhranların anatomisi sunuluyor. Buhranı andıran atmosferi karabasan gibi üzerinize çöküyor. Karakterlerin bunalımını içinize işliyor. Geçmişten gelen aile içi sevgisizlik teması yorucu olmasına rağmen yıkıcı bir psikolojik baskı kurmayı başarmış. Ancak sinematografik kaygılardan uzak olması filmin eksi yönü diyebiliriz. Bu sebeple de filmin her kesimi yakalayamaması normal.

A Man: A Man sürprizli senaryosuyla öne çıkan bir film. Yer yer çok iyi sinematografik kareler yakalıyor. Filmin polisiyesi bir noktaya kadar sürüklese de, merak unsurunu daha da derinleştirebilirlermiş. Yine de genel olarak eli yüzü düzgün bir film ortaya çıkmış. Karakterinin motivasyonu ve avukatın araştırma tutkusu filmi diri tutmaya yetiyor. Görsel anlamda da iyi kareler yakalanması filmi cazip hale getiriyor.

Passages: Şu ana kadar tek taraflı toksik ilişki hikayeleri izlemiştim. Passages ise bu toksiklik seviyesini iki ile çarparak yoluna devam etmiş. Bir noktadan sonra hikaye gülünç olmaya başlasa da, kendini izleten bir yapı kurulmuş. Çok yüksek beklentiyle izlenmezse kabul edilebilir. Rogowski tek başına filmi sürüklerken, filmin ateşli sevişme sahneleri gerçekçilik açısından dikkat çekiyor.

Joyland: 3. Dünya ülkelerinde yeni bir şey yok filmi diyebiliriz. Yine trans bireyler dışlanıp, tüm sorunların ceremesini kadınlar çekiyor. Ama evet Pakistan için inanılmaz ileri görüşlü bir film. Sonunda 80’lere gelebilmişler. Yerli film Zenne’yi hatırlatıyor. Muhtemelen Pakistan’da geçmese filmin bu kadar sansasyonel olacağını sanmıyorum. Ancak bu durum bile yeterli olmuş.

Jeanne Dielman: Tüm zamanların en iyi filmi yorumuna katılmayacağım ama filmin hipnotize edici monotonluğu, seyirciyi 70’lerde kadın olmaya götürmesi ve özgürleşmenin bile kölelikten geçtiğini sindire sindire seyircinin yüzüne vurması etkileyici olmasını sağlıyor. Aynı vuruculuk daha kısa sürede de verilebilirdi gerçeği ise filmin neden en iyi filmi olmadığını özetler gibi.

Slow: Slow ilişki filmleri normlarına yeni bir konu eklerken, cinsel özgürlüğü destekleyen bakışıyla başarılı film. Özellikle başrol oyuncularının iyi uyuşan kimyalarıyla seyri arttırıyor. Filmin temel sorunu kendi çatışmasını derinleştirememesi diyebiliriz. Hafif romantik komedi olmakla yetiniyor. Aseksüelliği biraz daha etraflıca filme yedirebilirlerdi.

Lie with Me: Unutulmayan bir aşk hikayesi ve mendilsiz izlenmeyecek Fransız draması… Flashbacklerle örülü senaryosu filmin dozunda temposuyla baya uyumlu şekilde ilerlediğinden, seyir zevki yüksek bir lgbti filmi ortaya çıkmış. Yer yer şablona düşen geçişleri bilindik olsa da, görmezden geliyoruz. Filmin kabullenememe üzerine oluşturduğu metni ise dokunaklı bir seyir sunmasına vesile olmuş.

Ingeborg Bachmann: Yazmak üzerine her anında değerli kelimeler sarf eden Ingeborg Bachmann, hikayesindeki ilişkiler anlamında seyirciye duyguyu geçiremiyor. Bir yazarın ait olma hikayesi ve zihnini özgür kılma mücadelesi kağıt üstünde işlese de, film olarak aksayan bir seyre dönüşüyor. Hayalkırıklığı olarak yorumlanabilir. Filmin edebiyat üzerine teorileri için izlenebilir. Aksi takdirde yüzeysel ilişki bakış açısı etkisiz denilebilir.

Safe Place: Yılın depresyon bombası Safe Place, en başından tahmin edilebilir hikayesiyle izleyiciyi bir kabus nöbetine davet ediyor. Ancak sinematografik anlamda çok eksikleri var. Film bittiğinde elimizde çaresizlik dışında bir şey kalmıyor. Seyir zevkinden bizi mahrum bırakıyor. Ben bu filmi biraz da kısa mesafe koşucusuna benzetiyorum. Atmosfer anlamında beklentinizi kısa mesafede karşılıyor. Ancak filmin kendi içinde konu anlamında zengin bir altmetni yok, daha çok duygularla inşa edilmiş bir film ortaya çıkmış.

Subtraction: Mani Haghighi hiç dinmeyen yağmurlu şehri, kopyalanmış ailesi ve zengin – fakir, iyi – kötü dengesizliği üzerine bir zamansızlık hikayesi anlatıyor. Subtraction karakterlerin birbirine geçtiği İran usülü bir yanlış olasılıklar üzerinden yaradılış kurgusu sunuyor. Harika! Filmin adının da basit ölçekte filmin niyetini ortaya sunması da çok iyi bir detay olarak düşünebilir. Filmin içindeki ağdalı dram öğeleri çok fazla göze batmıyor.

Property: Latin Amerika’daki sınıf ayrımına dair bırakılan saatli bomba gibi bir film. Her anında patlayacak bombanın etkisini düşünüyorsunuz. Ancak o bomba patlamak yerine zaman zaman sönen bir fitile dönüşüyor. Toplum – burjuva ilişkisine dair sert ve tavizsiz bir eleştiri sunuyor. Filmin çoğunluğunun bir arabanın içinde geçmesi ve fakir kesimin kini, filmin bir survive filmine evrilmesine neden oluyor. Zengin kesimi eleştirmek istesek de, Brezilya kırsallarındaki vahşi tutum taraf tutmamızı zorlaştırmış.

Here: İnsan – doğa ilişkisi üzerine küçük ayrıntılara kafa yoran bir sadeleşme hikayesi… Hayatı önemli kılan nedir, varoluşumuz önem verdiğimiz şeyler midir gibi beyin egzersizine olanak tanıyan yapısı var. Festivalin daha demlenmeye uygun filmlerinden biri, ağır temposu nedeniyle üzebilir. Filmin ayrıca Avrupa’da yaşayan azınlık kesimin duygularına dair ve topluma katkılarına dair de ufak notlarla seyirciyi beslediğini söylemek mümkün.


Yayımlandı

kategorisi

,

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın