İstanbul Film Festivali 42. Yılında keşiflere imkan tanıyan bir seçkiyle karşımıza çıktı. Bu seçkide izlenilen filmlere dair kısa günlükler bu seride yerini alıyor.
Mon Crime: Ozon muzip diyalogları, kendisiyle dalga geçen olay örgüsü ve takır takır işleyen senaryosuyla ağızda tatlı bir tat bırakıyor. Huppert sahneye girdiği an ışık gibi parıldıyor. Festivalin keyifli vakit geçireceğiniz, büyük beklentilere girmediğiniz takdirde sizi üzmeyecek filmi diyebiliriz. Kadın karakterlerin başrolde olup dayanışması da harika bir unsur olmuş.
Till The End of the Night: Bilindik gizli polis klişelerini saplantılı bir ilişki filmine eviren Till The End of the Night merak duygusunu finale kadar taşıyor. Film noir havasında ilerleyen ve tekinsizliği her daim hissedebileceğiniz enteresan bir film. Thea Ehre aurasıyla filmi tek başına izletiyor. Aradaki Türkçe küfürler biraz yapay kalsa da, onlar gereksiz ayrıntılar diyebiliriz. Filmin içindeki soru işaretleri barındıran aşk hikayesi, tutkunun esiri olmak gibi yorumlanabilir.
Regra 34: Cinsel özgürlük, BDSM’nin sınırları ve şiddet yasası üzerinden bir grup hukuk öğrencisinin hikayesi anlatılıyor. Online seks kültürü de filme dahil edilerek günümüz normlarına bağlı kalarak sınırlarını beyin jimnastiğini görselliğe dökerek sunuyor. Karakterin akıllarının karmaşık yapısı ve geleceğe dair ikilemleri filmin omuriliği konumunda olduğundan bu tarafını önemseyebiliriz. Ancak filmin bütünlük sorunları çektiği ve olayı derinleşmeden kaba taslak inceliyor. Psikolojik boyutlarını geri planda bıraktığını fark ediyoruz. Hikayeyi provakatif olmak için kullanılıyor. Seyirciyi durumun içinde tutarak empati kurmasını bekliyor. Yetersiz kalıyor.
God’s Creatures: God’s Creatures gece karanlığında evde duyduğunuz tıkırtı gibi bir film. Işığı açtığınızda aslında orada bir şey olmadığını görüyorsunuz. Filmin başından beri bildiğimiz noktayı tüm film hesaplaşma için izliyorsunuz. İyi oyunculuklar dışında çok vaatkar bir film değil maalesef.
Mal Viver: Canijo filmlerinin ilki Mal Viver keskin ve travmatik bir aile draması. Film tempo sorunları nedeniyle yorucu bir etkiye sahip. Uzun planların hikayenin finaline hazırladığını söyleyebiliriz. Dozunda oyunculukları bir kenara ayırırsak, hikaye fazla Brezilya dizisi tadında kalıyor.
Viver Mal: Hikaye anlamında Viver Mal daha zengin içeriğe sahip diyebiliriz. Farklı müşterilerin yine sorunlu ilişkilerine kulak vermek, tempo sorununu çözüyor. Ancak bu sefer de kısa öykülerin oluşturduğu bir seçki izlenimi veriyor. Bütünlük anlamında sorunları olduğu için Berlin ana yarışmaya alınmamış belli ki. Sonuç olarak iki filmi birleştirirsek elimizde daha sağlam bir film olabilirdi. Hem hikaye – yan hikaye anlamında katmanlaşır, hem de temposu kurguda daha iyi ayarlanabilirdi. Tek tek bakınca vasat kalıyorlar ne yazık ki…
Super 8: Annie Ernaux’nin geçmişinden, gezilerinden görüntüler eşliğinde kendince yorumlarını yer yer politik olarak sunması harika şey. Bu bakımdan arşiv niteliğinde kalacaktır. Ancak film olarak bakarsak sanki evde ailesine izletecekken Cannes’da gösterim yapan bir film haline gelmiş izlenimi veriyor. Festivaldeki sinema yazarlarından birinin yorumu da filmi özetlemek için yeterli olabilir: “Bir gün Instagram Story’lerinden film yaparsam bu filmden farklı olmayacaktır.”
El Agua: Küçük yerleşim yeri dedikoduları, toplum baskısı ve gençlik hayalleri içeriğini, şehir efsaneleri ile dirsek temasına sokan yapım, kehanetin gerçekleşmesine benzer metafor kurarak, tüm olayları doğa felaketlerine bağlayan pek yenilik içermeyen, vasat bir film. Filmin belli ki doğal felaket üzerine yazılmış bir film olması, filmin doğal seleksiyon ile inandırıcılığına kavuşamamasına neden oluyor.
Falcon Lake: Yine bir yaz tatili, yaz aşkları, hayalkırıklıkları ve çocukluktan ergenliğe geçiş dönemi hikayesi… Bu kadar klişe bir hikayeden Charlotte Le Bon ruhu olan harika bir film çıkartmayı başarmış. Falcon Lake özlediğimiz masumiyet dönemine bizi götürüyor, bir parçamız orada kalıyor. Çocukluktan ergenlik dönemine geçişin şaşkınlığı filmin atmosferinin tamamında hissediliyor.
Roter Himmel: Petzold harika bir hikaye anlatıcısı olduğunu yeniden gösteriyor. İnsanın bencil doğası ve doğanın insana karşı haykırışı bu filmde birleşiyor. İlgi çekici imgelemeler yakalıyor. Senaryosu çok yenilikçi olmasa da, finalinde ektiği tohumları biçmesi çok zarif olmuş. Filmin mzüiklerinin de bu yıl boyunca dillere dolanacağı kuşkusuz.
Historias para no Contar: İlişkiler üzerine birbirinden muzip durum komedisi hikayesi sunan Historias para no Contar, iyi bir yönetmen olan Cesc Gay’in gişeye yönelik ürettiği hafif seyirliklerden biri. İzlenirken eğlendiren ama kalıcı olmayan işleri sevenlere tavsiye. Beklentisiz izlenebilir. Filmin skeçlerden oluşan yapısı televizyon dünyasında popüler olan Güldür Güldür’e benzetilebilir.
Omcaine: Maçoluk kodlarını bir milyonuncu kez yepyeni bir tespit gibi sunan Omcaine, maalesef ne zekice bir senaryoya sahip, ne de yenilikçi bir yapım. Ana karakterinin daha ne kadar kendini rezil edebileceğini izlemek için 108 dakikanızı feda ediyorsunuz. Erkek olmanın zorlayıcı maço etkisi üzerinize çöküyor. Ülkemizde pek çok benzer davranışı yüzlerce gördüğümüz için pek etkileneceğimizi sanmıyorum.
Ararat: Bu yılın ana yarışmaya dahil edilmemesi en doğru karar olan filmi Ararat; 90’ların sonundan kalma kabız uzun planlı, bol sessizlikli, kötü oyunculuklu ve derdi erkek egemen toplumlarda herkes köledir mesajı gibi bir milyon kez verilmiş mesajı baya göze parmak anlatan bir film olarak sınıfta kalıyor. Yönetmenin kendini yenilemesi şart.
The Happiest Man in the World: Harika bir fikirden yola çıkan film, hikayesinin tıkandığı noktalarda hamle yapmakta kararsız kalınca maalesef kaçırılmış bir potansiyel olarak akıllarda kalıyor. Balkanlarda yaşamak için önce savaş travmalarıyla yüzleşmek lazım mesajı ve gerçek hikayeye dayanması ürkütücü unsur olarak akıllarda kalıyor. Filmin yer yer abartıya kaçan tonu, finalindeki naiflikle pek uyuşmuyor.
Autobiography: Autobiography baskıcı rejimlerin yavaş yavaş canavara dönüştürdüğü insanları bu sefer baba – oğul kamuflajında, sahip – köle ilişkisindeki normuyla izliyoruz. İlk film için oldukça vurucu ve gerilim düzeyini iyi ayarlıyor. Filmin finali film boyunca vaat ettiği gerilimi karşılayamasa da, gerçekten de tartışmasız bir şekilde harika bir film. Keşke son 2 sahnede daha çok yükselebilseymiş. Yine de çok iyi!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.