42. İstanbul Film Festivali Günlükleri – 3

İstanbul Film Festivali 42. Yılında keşiflere imkan tanıyan bir seçkiyle karşımıza çıktı. Bu seçkide izlenilen filmlere dair kısa günlükler bu seride yerini alıyor.

Atlantic Bar: Bu küçük dayanışma ve bar hayatı romantizmi belgeseli meraklısının ilgisini çekecektir, kendini sevdirecektir. Ama bence çok bir özelliği olmayan bir iş. Kısa belgesel olarak da yapılandırılabilirmiş ama belli ki yönetmen için bu barın hikayesi epey mühim bir konu olarak dikkat çekiyor. Müdavimlik olgusunu insanlara atması açısından değerli ama sadece  o kadar… Atlantic Bar anlatılmasa da olurmuş.

Next Sohee: Güney Kore sinemasının iyi örneklerinden Next Sohee de ülkenin eğitim sisteminin ve stajyerleri istismar eden taşeron şirketlere dair önemli sözler söyleyen bir film diyebiliriz. Sosyal adalet konusuna dem vuran yapım, sistemi eleştirirken bir yandan devlet kurumlarını da eleştiriyor. Son bölümü keşke kamu spotuna kaçmasaydı da, filmden büyük haz ile ayrılsaydık. Buna rağmen seyir zevki olan bir film olması filmi değerli kılıyor.

Animalia: Pek türüne rastlamadığımız müslüman bilim kurgusuna örnek Animalia çok sıradışı bir iş diyebiliriz. Harika bir atmosfer kurup, gerçekliğimizle hayal dünyası arası bir dünyaya sürüklerken, finalindeki akıl almaz mesaj kaygılı bitiriş filmin raydan kaymasına neden oluyor. Yakın dönemdeki Semih Kaplanoğlu’nun bilim kurgu denemesi Buğday filmine benzetebiliriz. Maneviyat konusunu anlatmak anlamında bilim kurguya girmek bana göre biraz sahtekarlık gibi geliyor. Harika imgeler bulup, gizemi son dakikaya sürükleyip gelinen nokta bu olmamalıydı. Oryantizmin cazibesi belli ki Sundance’in gözdesi olmasını sağlamış. Toplum baskısı, ataerkil toplumlardaki kadının geri planda kalan yeri, zengin – fakir çatışması, sınıflar arası farklı bakış açıları filmi değerli kılan noktalardı. Özellikle kendi içindeki din tartışması ilginçti ama yine bu konuda finali bizi hayalkırıklığına uğratan nokta oldu!

Disco Boy: Bu yılın en özgün işlerinden biri diyebileceğim Disco Boy, Refn ile Denis sinemasının birleşiminden doğan bir melez gibi. Göçmenlik, gerilla, lejyonerlik gibi meselelere insani bakışı ve bunu ruhani bir ritüele dönüştürmesi filmi değerli kılıyor. Rogowski’nin dönüşümü ve milliyetçilik kavramını, insani mevzularla iç içe anlatması filmin kendi içinde değerli olmasını sağlıyor. Ancak filmin dönüşümü ani kılan sahneleri beklenen vurucu finali verememiş.

A Love Story: A Love Story duyguları harekete geçiren leziz bir gişe filmi olmuş. Fransız filmlerinin klişelerini alıp rollerden birini de üstlenen yönetmen Michalik becerikli kalemiyle ilgi çekici hale getirmiş. Ritmik kurgusu ve başarılı görüntü yönetimiyle tatmin edici bir dram ortaya çıkmış. Filmin duygusal bağlamda ilk yarısında bir aşk hikayesi anlatırken, ikinci yarısında yıkıcı bir yas hikayesi olması filmin çift katmandan seyirciyi etkilemesini sağlıyor.

Kobenhavn Findes Ikke: Tükenmenin filmi olsa sanırım adı Kopenhag Diye Bir Yer Yok olurdu. Boğucu atmosferi, yıkıcı görselleriyle çaresiz romantikleri yerden yere vuran ve göğüslerine yumru indiren bir film ortaya çıkmış. Dağılan duygu akışını, savruk kurgusuyla etrafa dağıtmış. Vurucu ve başarılı olmayı başarıyor. Filmin atmosferi nedeniyle her izleyiciye uygun olmadığını söyleyebiliriz.

When You Finish Saving The World: Z kuşağı ile Boomer kuşağının çatışmasının eğlenceli yansıması diyebiliriz. Günümüz gençlerinin ilgi odaklı bakış açısını iyi yansıtan When You Finish Saving The World basit çıkış noktasını maalesef derinleştiremiyor. Kendimize benzemedi diye hayıflandığımız çocuklarımızı öyle kabul etmeliyiz diyor. Çünkü yeni nesil artık onlar ve uyum sağlamamız gerekiyor. Bizim dünyamız geride kaldı diyor.

En Los Margenes: Sosyal sorumluluk projesini andıran senaryosunda Luis Tosar’lı bölüm akarken, Penelope Cruz’lu kısım aksıyor. Yürek burkan 3. kısım ise final bağlantısı için kullanılan zorlama bir karakter gibi. Hikaye şablonu fazla basit, kurgu oyunuyla ayakta tutulmaya çalışılmış ama zayıf kalmış. Kesişen hayatlar filmi olarak lanse edilse de, kesişmeye kendini zorlayan bir film olarak görünüyor.

The Survival of Kindness: Bazı açılardan kamu spotunu andıran The Survival of Kindness mesaj verme ihtiyacını post apokaliptik bir serüven üzerinden karşımıza sunuyor. Sömürgecilik düzeni, insanlığın ne kadar geçerse geçsin bitmeyen kıyameti alt metni üzerine basılarak karşımıza çıkıyor. Filmin finalindeki sözde sürpriz ise ucuz numaralardan öte değil.

L’envol: L’envol toplum baskısı ve ötekileştirme üzerine romantik bir dönem hikayesi olarak elinden geleni yapsa da, yönetmenlik anlamında biraz yavan kalıyor. Karakterlerin duyguları seyirciye geçmiyor. Tahmin edilebilir finaliyle de vasat sularda nefes alıyor. Edebiyat uyarlaması olarak başarılı diyebiliriz ama genel sinema söz konusu olduğundan hantal ve duygusal anlamda zayıf bir dramaturji mevcut diyebiliriz.

6-9 Silence: Yunan tuhaf akımının yeni üyesi 6-9 Silence karmaşık hikaye akışı ve kurgusuna rağmen, açıldıkça melankolik bir veda hikayesinin içinde olduğumuzu fark etmemizi sağlıyor. Dogtooth filminin oyuncusu ve bu filmin yönetmeni Passalis kişisel hayatındaki detaylardan esinlerek, bir arafta kalma hikayesi anlatıyor. Hikayedeki tüm tuhaflıklar mantıklı yere otururken, özgün ama hikaye anlamında sınırlı kalıyor. Fena değil ama birkaç tuhaf sahne dışında bütünlük olarak sorunlar yaşıyor.

Inside: Willem Dafoe’nun ne kadar harika bir oyuncu olduğunun altını çizmek için üretilen Inside filmi, tek mekanda hayatta kalma filmi olarak yorumlanabilir. Ancak kendimizi arındırdığımız zaman sanatın özgürleştirici etkisini yaşayacaksınız temalı filmi, maalesef ne kadar çabalasa da ölü doğan bir proje gibi. Filmin vermek istediği mesajı tek cümleye indirgemesi yorucu bir deneyime dönüşmesine neden oluyor.

Pamfir: Değişen dinamikleriyle bir sıkışmışlık hikayesi, ancak bu kadar özgün anlatılırdı. Yer yer çok iyi sinematografik kareler de yakalayan Pamfir, festivalin en iyilerinden biri olarak adlandırılabilir. Toplum baskısı, gücün kötüye kullanımı, frekansı bozulan aile ilişkileri… Tamamına baktığımızda iyi iş çıkmış dersek yanılmayız.

Eismayer: Asker klişelerini hiçe sayan son derece seksi bir aşk filmi. Gerçek olaylara dayanması ve optimist bakış açısıyla karamsar lgbti filmlerinden sıkılanlar için ilaç gibi gelebilecek bir film. Gerhard Liebmann’ın performansı harika! Yönetmenin gerçek olaylardan esinlenmesi ve askerlik dönemindeki duyduğu bilgilerden yararlanması enteresan bir filmin ortaya çıkmasını sağlamış.

World War III: Kusursuz senaryosu ve yakaladığı çarpıcı karelerle World War III sizi farklı duygulara sürükleyerek tüylerinizi diken diken yapıyor. Başrol oyuncusu Mohsen Tanabandeh muhteşem performans veriyor. A Separation’dan beri gördüğüm en iyi İran filmi!

Yorum Gönderin