42. İstanbul Film Festivali Günlükleri – 4

İstanbul Film Festivali 42. Yılında keşiflere imkan tanıyan bir seçkiyle karşımıza çıktı. Bu seçkide izlenilen filmlere dair kısa günlükler bu seride yerini alıyor. Bu bölümde ulusal yarışma filmlerini ağırlıklı olarak bulabilirsiniz.

Yüzleşme: Vasat oyunculukları, televizyon filmini andıran kadrajları ve kötü yazılmış senaryosuyla ulusal yarışmanın akmayan filmlerinden biri olmuş. Filmdeki bulunan çatışma zenginleştirilememiş, ezbere yazılmış repliklere sahip. Belki de yönetmenin kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor. Kadro olarak iyi oyuncuları nasıl kullanamadığını anlamak mümkün değil.

Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu: Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu’na suçlu zevk olarak bakarsak, fazla geveze olduğunu söyleyebiliriz. Deniz Işın abartıya kaçmasa daha iyi oyun verebilirmiş, böyle fazla gösterişçi duruyor. Filmin görüntü yönetmenliği en iyi kısmı diyebiliriz. Karakterlerini ve senaryosunu film derinleştirememiş. Dizi estetiğinde saplanıp kalmış. Vizyona girse daha çok kitlesine ulaşabilir gibi.

Boğa Boğa:  Boğa Boğa’yı kara mizah olarak tanımlarsak, fazla göze parmak hamleleri olduğunu söyleyebiliriz. Oyuncu performanslarında defolar var. Çiftlik bank meets John Wick 3 gibi kaba bir benzetmeye girebiliriz. Finalini bir sahne önce kesse daha etkili olurmuş. Daha göndermesi hoş bir detay. Funda Eryiğit ve Hayat van Eck yine filmin öne çıkan oyuncuları olmuş. Diğer karakterlerin yapısı biraz karikatür kalıyor. İnandırıcılıktan yoksun sahnelere rağmen yine de ortalama üstü bir Netflix filmi olmuş. Onur Saylak’ın ise yönetmenlik kariyerinin maalesef dip noktası oluyor.

Bars: Anadolu Parsı peşindeki ikilinin hikayesi defolarına rağmen gayet akıcı şekilde ilerlerken, son 30 dakikada film aniden vitesi düşürüp, sanki 80 dakikayı boşuna izlemişiz gibi seyirciyi aptal yerine koyarak hikayenin bir metafor olduğunu gözümüze sokarak dini propaganda filmine dönüşüyor. Bu durum filmin merak uyandıran hikayesini bir anda kandırılmışlık duygusuna evrilmesine neden oluyor.

Sanki Her Şey Biraz Felaket: Belli yaş gruplarının döneminden olan kişiler için yerinde tespitler yapan ve ülkenin durumunu, insanların bakış açısını iyi yansıtan bir film ortaya çıkmış. Sanki Her Şey Biraz Felaket yarattığı durum hikayeleriyle yüzümüzde tebessüm bırakmayı başarıyor. Filmdeki yabancı düşmanlığı, torpil pazarlıkları, işsizlik gibi meselelere teatral oyunculuklarla yaklaşsa da kendi dünyasında tutarlı bir mizansenler topluluğu kuruyor. Böylelikle tek düzeleşen yerli sinema için az da olsa nefes almasını sağlıyor.

Kör Noktada: Politik açıdan önemli bir konuya temas etse de, hikaye anlatımı bakımından sorunlu bir yoldan giden bir film diyebiliriz. Üç bölüme ayırdığı filmin ilk kısmında belgeselimsi bir bakış açısıyla olayın orijinal karakterlerine ve derdine açıklık getiriyor. İkinci bölümde nefret duyulan karakterlerle empati kurmamızı isterken, son bölümünde hikayeyi cinli bir detektiflik hikayesine dönüştürüyor. Kağıt üzerinde şaşırtıcı bir bakış açısı diyebilirsiniz. Ancak film bu konuda tam yetkin bir yönetmenlik sunmuyor. Çocuk karaktere anlamsız mistik unsurlar yükleyerek, hikayesini anlatmak adına çok yanlış seçimlerde bulunuyor. Kurgu oyunları denemesi ise takdiri hak ediyor. Sonuç olarak farklı bir deneme olsa da, yarışmayı kazanabilecek nitelikte olup olmaması tartışılabilir.

Bir Tutam Karanfil: Klişe bir hikayeyi iyi bir görüntü yönetimi ile sunan Bir Tutam Karanfil, yolun yıpratıcı etkisini vermek için seyirciyi de yıpratma seçeneğini seçerek zorlu yolculuğun sancılarını bize de çektiriyor. Seyirci dostu bir film diyemem. Kendi içinde iyi anlara sahip olsa da başından itibaren belli senaryosu heyecan vermiyor. Final anlamında filmin doğru finali seçmesine rağmen dede – torun ilişkisini pek ayrıntılandırmıyor.

Cam Perde: Cam Perde toksik erkekliğin travmatik etkisini güçlü bir kadın karakter hikayesiyle seyirciye sunuyor. Toplum baskısı, muhafazakar yapının yıldırıcılığı filmin her noktasına siniyor. Fikret Reyhan’ın akıllıca finali ne yaparsak yapalım bitmeyen bir kabusta olduğumuzu resmeder gibi bir etkide bulunuyor. Toplumda erkekler tarafından tacize uğrayan tüm kadınların bir türlü uyanamadıkları bir kabus gibi yorumlanabilir.

Rheingold: Fatih Akın’ın belli ki gişeye yönelik yaptığı yeni filmi köklerine dönüşünü müjdeliyor. İlk döneminde gördüğümüz suç hikayelerine, bu filmde daha uluslararası bir genişlikte hikayeyle dahil oluyor. Film bir rapçi bio filmi gibi başlayıp suç dünyasının içlerinde bir hikayeye yoğunlaşıyor. Ancak bunu yaparken de kendini pek ciddiye almıyor. Rheingold hikaye itibariyle ciddi bir konu beklentisine soksa da, elimizde daha çerez bir hikaye kalıyor. Bir yere kadar eğlenceli vakit geçirebilirsiniz ama süresini hissettirmesi eksi puan hanesine yazılan bri darbe denilebilir.

16 Ans: Günümüz toplumunda Romeo ve Juliet nasıl olurdu sorusunu soran 16 Ans, bir yandan da Fransa’nın ırkçılık ve gelir dengesizliği konularına da parmak basıyor. Muhafazakarlığın kadınların hayatını zehir eden etkisi ve burjuvazinin güvenli alandan çıkıp kabusa dönüşen süreci sunuluyor. Günümüz Fransa’sında bu tip dengesizlerin vuku bulması üstten bakan zengin kesimin kibrine adeta darbe indiren bir film olmuş. Filmde Fırat Çelik de konuk oyuncu olarak yer alıyor. Genel hatlarıyla çarpıcı finali ve eli yüzü düzgün senaryosuyla şans verilmesi gereken filmlerden biri oluyor. Toplum baskısı ve önyargının hayatları zindana çeviren etkisi basit hamlelerle etkili olmayı başarıyor.

Karaoke: Kendini yeniden bulmak üzerine tatlı, küçük bir film. Karaoke hayatımızı nasıl devam ettirdiğimiz ve var olan değerlerimize dair düşündüren ama hafif bir komedi sunuyor. Gibi’nin bu sezonundaki “övgü” bölümünde olduğu gibi sizi birileri özel hissettirirse onun kölesi olabilirsiniz mesajının altını çiziyor. İnsanın evlendikten sonra kendinden ödün vererek yaşadığı mutsuz dünyaya dair eleştirileri ise gündelik yaşamın bilinen ama pek dile getirilmeyen noktasıdır. Her eskisi gibi özgür ve başarılı olmak ister.

Fools: Her anında diken üstünde oturtan, filmin ortasında salon terk ettiren, finalinde de şoka sokan bir film… Film bittiğinde salonda bir avuç kişi kaldık. Boğucu atmosferi ve başroldeki Dorota Kolak nefis performansı görülmeye değerdi. Bu yıl festivaldeki en tatmin edici filmlerden biri oldu. Filmin bilhassa aile ilişkilerini istismar eden yapısı ve mutlak sona doğru giden yolda rahatsız edici tarafta kalması, filmin belki de en büyük gücü oluyor. Kan ve şiddete başvurmadan rahatsız edici bir film yapmak ustalık istiyor.

Blanquita: Politikacıların ve din adamlarının karıştığı bir çocuk istismar davası ve hukukun işlemekten yoksun adalet sistemi bu filmden yüz kızartıcı şekilde açıklıkla karşımıza çıkıyor. Blanquita rahatsız edici ayrıntılarla dolu cinsel istismar skandalını soğukkanlılıkla izleyicisine sunmaya çalışırken, ana karakterinin çıkışsızlığını moral bozucu bir şekilde yüzümüze vuruyor. Bu tip filmlerde katharsis noktasına ulaşmayı beklerken, film size gerçek hayatta katharsis noktası yoktur. Çünkü hep kötüler kazanır mesajını veriyor.

Blue Jean: Güçlü bir karakter filmi olarak başlayıp sonrasında sosyal sorumluluk projesi olarak biten Blue Jean, 80lerin LGBTi karşıtı atmosferinde doğruyu yapmaya çalışıp tıkanan bir kadını anlatıyor. Filmin soft hamleler yaparak ilerlemesi, potansiyelini kısıtlamış diyebiliriz. Ana karakterin mentor olarak öğrencisine yardım etmeye çalıştığı sahneler, karakterlerin cinsel gerilimi neticesinde biraz kafa soru işaretleri bırakıyor. Ancak sonunda filmin niyetinin bu ilişkilere bakış açısı getirmek değil, dayanışma ruhunu öne çıkartmayı tercih ettiğini görüyoruz. Ancak dayanışmanın ana hikaye olması biraz hayal kırıklığı yaratıyor.

Yorumlar

Bir cevap yazın