55. Antalya Film Festivali Günlükleri – 1

Yazarımız Haktan Kaan İçel, yerinde izlediği 55. Antalya Film Festivali ile ilgili ilk yazısında yarışma filmleri hakkında görüşlerini yazdı.

Festivale Gelen Yenilikler ve Farklar…

Geçtiğimiz yıla göre genel hatlarıyla küçülmeye giden Antalya Film Festivali, bu yıl yarışma bölümüne Cannes’dan filmler ve iki Türk filmi olmak üzere on filmi yarışmalı bölüme seçerken, Ulusal Yarışma’nın kaldırılması protestolarının altında bu eksikliği Türkiye Panoraması adlı bölümle doldurarak yeni bir deneme yapmaya kalkışmış.

Bu bölüm dışında Cem Yılmaz ve Ferzan Özpetek gibi isimlere retrospektif gösterimleri hazırlayarak geçen seneye göre daha farklı bir festival sunulmuş.

Vincent Cassel, Ashgar Farhadi, Bela Tarr gibi isimler Film Forum ve Festival bölümlerinde katılımcılarla buluşturuldu.
Bir önceki senenin şatafatlı festivalinin yerine bu sene daha mütevazi ve iş odaklı bir festival sunulmuş.
O halde yarışma filmlerine dair kısa kısa notlarla devam edelim.

Yarışma Filmleri

COLD WAR
Ida filmiyle sinema tarzını farklı bir noktaya taşımaya başlayan Pawel Pawlikowski, aynı görsel yapısını koruyarak bu sefer bir aşk hikayesini anlatmaya koyulmuş. Büyüleyici ve insanı düşünmeye iten sinematografisi, iyi düşünülen dokunaklı sahne mizansenleri ve her anında yüreğinize dokunan bir aşk hikayesi… Sinemanın anlatım dilinin ilk ayağının görüntüler olduğunu düşünürsek Pawlikowski karşımıza adeta bir şiir çıkarıyor. Siyah beyaz estetiğinde bir aşkın melankolik çıkmazlarını ince ince işliyor. Oyuncu Joanna Kulig’in ışıltısı ve Tomasz Kot’un karizmasıyla büyüyen oyunculuk uyumu filmde aşka olan inancınızı şekillendirerek, hüznün damarlarınızda gezmesine neden oluyor.

CAPHARNAÜM
Nadine Labaki’nin Cannes Film Festivali’nden ödülle dönen filmi Capharnaüm, yoklukla mücadele eden insanların hayatlarına odaklanıyor. Ancak bunu yaparken ajitasyon boyutlarını zorlamaya devam ediyor. Duygu sömürüsünün üst seviyelerine seyahat etmenize olanak sağlayan film, çocukları adeta acıma nesnesi olarak pazarlayarak kötü niyetli bir film olduğunu ilan ediyor. İnsanların hayatlarındaki her tür anlarına odaklanan filmleri düşündüğümüzde Labaki’nin filmi karakterlerinin her türlü acı dolu anlarına kamerasını uzatıyor. Bir nevi paparazzilerin kullandığı taktikte satan olayı seyirci karşısına çıkartıyor. Çöplerin içinde vahim haldeki çocukları uzun uzadıya göstermekten çekinmeyerek seyircisinin kalbine hançer saplayarak nefes alabileceğini gösteriyor. Doğal olarak bu duygusal imgelere tepki veren seyirciler sayesinde pek çok festivalden izleyici ödülüyle döndü. Ne yazık ki sinemadan çok içeriğinin yakıcılığıyla öne çıkmaya başaran bir yapım diyebiliriz.

THREE FACES
Jafar Panahi’nin esaret altında kotardığı filmlerden biri daha Cannes’da yarışarak ödülle kavuştu. En iyi senaryo ödülünü alan yapım son derece iyi bir çıkış noktasından ilerlese de beklenen olgunluğu sergileyemeyerek İran filmlerinde harika bir şekilde kurulan çatışmalardan bir yenisi daha başarılı bir şekilde biçimlendiremiyor. Filmdeki İran Azeri’lerinin lehçeleriyle renklendirdiği Three Faces, insanlara dair iyi tespitlerde bulunarak ayrıntılara önem verse de, ana fikrine yerleştirilen “kızları okula gönderin” mesajı aniden parlayan kamp ateşinden farksız bir şekilde filmin içinde unutulup gidiyor. Görsel olarak birkaç sahne tatmin edici olsa da; sonuç olarak Panahi’nin vasat filmlerinden biri olmaktan kurtulamıyor.

Yorum Gönderin