61. Selanik Uluslararası Film Festivali Değerlendirmesi

Bu yıl pandeminin de etkisiyle pek çok film festivali online olarak gösterimler yapıyorlar. Ben de bu vesileyle Yunanistan’a gitmeden evden film festivalinin bazı filmlerini takip etmeye çalıştım. Tüm filmleri yakalama şansım olmadığı için geçtiğimiz günlerde sona eren festivalden öne çıkanları derledim. Festival kapsamında izlediğim filmleri buraya kısa kısa değerlendirmeye çalıştım.

Schlaf: Shining ile Lost Highway arasında gidip gelen tekinsiz bir topluluğun içine davet ediliyoruz. Bir otelin içinde rüya ile gerçek arasında bir yerde, gözbebeklerinizin ağırlaştığı noktaya sürükleniyoruz. Geçmişin travmaları rüyaların içinden bize dokunmak istiyor. Filmin başrolü tanınırlığından dolayı Sandra Hüller gibi sunulsa da, ölçülü oyunculuğuyla Gro Swantje Kohlhof bize rehberlik ediyor. Huzursuzluğun depresif ruh hali üzerimize çöküyor. Mona’nın Alice misali masaldaki gibi delikten içeri girip bir türlü çıkamadığı tüyler ürpertici kabusun içinde sıkışıyoruz. Özellikle cinayetlere dair rahatsız edici imgeler filmin en büyük kozu olarak yüzümüze çarpılıyor. Filmin merak unsurunu ayakta tutan ilerleyişine rağmen, final olarak genele göre zayıf bir son bizi bekliyor. Sırf atmosferi için izlemeye değer olduğunu düşünüyorum.

My Heart Can’t Beat Unless You Tell It To: Adını bir şarkının sözlerinden alan bu küçük ama enteresan film, Selanik Film Festivali’nin ilginç keşiflerinden biri oldu. Dünyanın sonunda yaşıyor gibi depresif ve karanlık bir anlatıyla anlatan bu ABD bağımsızı, ağır tonunun yakıcı etkisini iliklerinize kadar yaşatıyor. Çocuk sahibi olmak, aile olmak kavramlarını nefis bir vampir metaforu üzerinden anlatıyor. Almost Famous’un genç oyuncusu Patrick Fugit’i yıllar sonra böylesine ilginç bir filmde başrolde görmek de gerçekten ilginçti. Çocuk sahibi olmaya dair keskin tespitleri, aldatılan eşin intikam duygusu hiç böyle işlenmemişti. Filmin ağırlığının altında ezilmemeniz mümkün değil. Filmin acele etmeyen olgun anlatımı katmanlı bir alt metinle zenginleştirilerek seyircinin düşünmesini sağlıyor. Entelektüel bir vampir filmi olması da, günümüzde aksiyon figürüne dönüşen yaratıklara farklı bir bakış açısıyla bakmamızı sağlıyor.

Anonymous Animals: Diyaloglara gerek yok. Görseller her şeyi anlatıyor. İnsanlarla hayvanlar yer değiştirse ne olurdu sorusu üzerinden ilerleyen Anonymous Animals, kurban olarak insanları seçerek bir korku filmi vesilesiyle empati kurmaya sizi teşvik ediyor. Hayvan haklarına dair yapılmış en sert filmlerden biri diyebiliriz. Hayvanların konuşmaması gerginliği arttırırken, bizlere tekinsiz bir atmosferin içinde insanların çaresizliğini sunuyor. Filmin tek defosunun görsel efektlerdeki yapaylık olduğunu söyleyebilirim. Zaten film kısa süresinin içinde katliam eylemlerini sunarken, günlük yaşantının parçası insan hareketlerini fena halde eleştiriyor. Yılın en orijinal filmlerinden biri olduğu açık denilebilir. İnsan kurbanları oynayan oyuncular biraz daha yetenekli kişilerden seçilse, belki de şu an klasik bile olabilirdi.

The Trouble With Being Born: Gelecekte teknolojinin nasıl istismar edilebileceğini anlatmaya çalışan yönetmen Sandra Wollner öyle dikenli bir konuya el atıyor ki, her karesinde sinir bozucu olmayı başarıyor. Gelecekte pedofililerin teknolojiyi sapıkça eylemlerinde kullanabileceklerini göstermek isterken, film ister istemez bu ahlaksızlığın içine sürükleniyor.  Filme yüklenen bilim kurgu öğeleri belli ki ele alınan konunun hassasiyetini dizginlemek için seçilmiş. Berlin’de ilk gösterildiğinde pedofili propagandası olarak yaftalanan film, konuya farklı bir bakış açısı getiriyor. Böyle bir konuya bu denli tuhaf bir yerden bakabilmek, seyircide hasta ve tüyler ürpertici bir his bırakıyor. Film bittiğinde kendinizi suçlu gibi hissediyorsunuz. Çünkü yönetmenin tam olarak da amacı bu diyebiliriz.

Hunted: Kırmızı başlıklı kız masalı üzerinden sapık katil hikayesi anlatan Hunted, filmin hemen başında tüm filmi tek cümleyle özetliyor: “Kurttan daha beteri var, erkekler!”. Bu temadan ilerleyerek özgür kadının yine hayatta kalma mücadelesi filmin merkezini oluşturan konu oluyor. Bir kadının farklı mekanlarda saklanma ve kaçış eylemlerini ard arda kurguda dizerken; katilin rahat durmadığı pek çok cinayet sahnesi karşımıza çıkıyor. Ancak filmin vahşet sahnelerindeki absürtlüğü ve abartılı oyunculukları filmin B filmine kaymasına vesile oluyor. Karakter derinliklerinin arka planda kalmasıyla beraber, psikolojik motivasyonların belirsizliği filmin gücünü kaybetmesine neden oluyor. Çünkü film alt mesajı dışında karakterleri hakkında pek de düşünmüyor. Eylemler hikayenin önüne geçerek, bir hayatta kalma  hikayesinde avcı mı yaman, yoksa kurban mı daha çetin ceviz bunun yargılamasının içinde kayboluyor. Sonuç olarak masalı bilenler için farklı bir bakış açısı sunuluyor ama sinema adına bir adım dahi ileri gidilemiyor. Suçlu zevk olarak sevenleri olacaktır.

Tengo Miedo Torero: Pinochet diktatörlüğündeki Şili’de Drag Queen olmak ve bir yandan da hayatta kalmaya çalışmakla ilgili ilginç bir film ortaya çıkmış. Bunca zorluk yokmuş gibi bir de isyan eden halkın protestoları arasında, devrimcilerden birine aşık olmak tam bir karmaşa değildir de nedir? “Aurora” filmiyle hatırladığımız Rodrigo Sepulveda bu sefer bize güçlü bir karakter profili sunuyor. Kendine has üslubuyla bir ayakta kalma öyküsü sunulurken, tek karakterin sırtına onca yük bindirilerek performansı parlatılıyor. Filmin sanat yönetimi adına sade ama dönemi yakalamak amaçlı iyi iş çıkartıldığını söyleyebilirim.  Yönetmen son derece kontrollü kadrajlarıyla sinematografik anlar yakalıyor. Alfredo Castro yine mükemmel bir oyuncu performansı sunuyor. Filmi izlerken oyuncunun karakterine o kadar kendimizi kaptırıyoruz ki, oyuncuyu alkışlamadan filmden çıkamıyoruz. Filmin adının festivalde izlediğimiz diğer bir film gibi bir şarkı kaynaklı ortaya çıktığını da belirtmek gerekiyor.

 

Slalom: Klasik bir spor filmi gibi başlayan hikaye, bir anlamda istismar öyküsüne dönüşüyor. Bir genç kızın başarıyla beraber gelen travmaları ve tacize uğraması, sporda #MeToo konusunu ortaya koyuyor. Karakterin yaşadığı durumlar son derece rahatsız edici gerçekçilikte aktarılmış. Bir yandan sorunlu bir büyüme hikayesi olarak da adlandırabileceğimiz film, anne – kız arasındaki yataktaki sahnede duygusal bir boşalmaya doğru sürükleniyor. Kayak sporuna dair çalışma detayları, sporcu zorlamaları, rekabet ve antrenör – sporcu arasındaki pedofili olarak da adlandırabileceğimiz ilişki bir yerden sonra rahatsız edici imgeler olarak akılda kalıyor.

Yorumlar

Bir cevap yazın