28 Ağustos’ta başlayan 76. Venedik Film Festivali, gösterim yaptığı filmlerden çok Lucrecia Martel başkanlığındaki jürinin verdiği ödüllerle gündem oldu. Yerinde takip ettiğim festivalde, ödüller gerçekten büyük sürpriz oldu hatta ana yarışmada Roy Andersson’un en iyi yönetmen ödülü haricindeki ödüller izleyicilerde şok hissi yarattı. Şahsen beni de oldukça şaşırttı ödüller. Alınan ödülleri, filmlerden bahsederken değerlendireceğim. 10 günde 38 film izlediğim festivale geri dönüp bir baktığımda film kalitesinin çok da iyi olmadığını görüyorum ancak gerçekten özel filmler de seyrettiğimi fark ediyorum. Aşağıda festivalde izlediğim bütün filmlere dair yorumlarımı ve puanlarımı bulabilirsiniz. Filmlerin sıralaması, izlediğim sıraya göredir.
Pelikanblut – Katrin Gebbe
Festivalin benim adıma açılış filmi olan Pelikanblut, finali dışarıda tutarsak oldukça başarılı bir psikolojik gerilim. İnanılmaz performanslara sahip, özellikle Raya rolünde Katerina Lipovska son yıllarda gördüğüm en iyi çocuk oyuncu olabilir. Ancak filmin finali o kadar yersiz ki bütün filmi büyük bir ağırlık gibi aşağı çekiyor. Gereksiz uzatılmış olmasının yanı sıra, filmin 1,30 saat boyunca yarattığı hikayeyi alaşağı ediyor. Yine de izlenebilir bir film olduğunu düşünüyorum. 3/5
La Verite – Hirokazu Koreeda – Yarışma
Festivalin açılış filmi, kağıt üstünde bakınca güzel bir film bekleyeceğimiz La Verite. Japon sinemasının en önemli isimlerinden biri olan Koreeda, bu filmde ilk defa bildiği toprakların dışına çıkıyor. Sinema tarihine bir göz attığımızda bu ayrılık çoğu yönetmenin kariyerinde bir leke olarak yer alır ancak bu durum Koreeda için geçerli değil. Mizahı ve dramı yerli yerinde, izlemesi keyifli bir aile draması La Verite. Fakat Koreeda’nın ilk yabancı dildeki filminde sinemasının o kendine has büyüsünü arıyoruz ister istemez. Koreeda filmi değil de bilinmeyen bir yönetmen filmi olsa çok daha farklı bir bakış açımız olurdu filme karşı. 3.5/5
https://www.youtube.com/watch?v=HzNxQwdC0Dk
Sole – Carlo Sironi
Festivalde izlediğim ve bana en az hitap eden filmlerden biriydi Sole. Olabildiğince az diyalog, durgun, mimiksiz oyunculuklar ve farklı ışık kullanımlarıyla duygu verme çabası. Eğer ele aldığı konu biraz daha ilginç olsaydı bu tercihler yerinde olabilirdi ancak böyle bir durum söz konusu değil. Festival öncesi çok merak ettiğim ancak birkaç mizansen haricinde bir şey bulamadığım filmlerden biri oldu. 1/5
Marriage Story – Noah Baumbach – Yarışma
Tartışmasız festivalin en merakla beklenen filmlerinden biriydi Marriage Story. Bana kalırsa hiçbir zaman söylendiği kadar başarılı bir yönetmen olmayan ve iyi bir film olmaktan öteye geçmeyen, Frances Ha dışında vasatı aşamayan bir yönetmen Noah Baumbach. O yüzden Marriage Story’e biraz korkuyla girmiştim ancak film hepsini yüzüme çarptı. Baumbach ilk defa bu kadar beğendiğim bir film ile karşıma çıktı. Draması ve komedisi yerli yerinde, oyunculukları üst düzey, senaryosu oldukça başarılı bir film. Scarlett Johansson’un Woody Allen hakkındaki son açıklamaları sonrası filmin ödül törenlerindeki şansı darbe yemiş olabilir ancak bu sene yine de adını çok duyacağız. Netflix’in 3 filmle katıldığı festivalde tartışmasız en iyi filmi. 4/5
Ad Astra – James Gray – Yarışma
Filme girmeden önce uzayda geçmesi dışında hiçbir fikrim yoktu film ile alakalı. Klasik bir kaza/kurtulma senaryosu bekliyordum ama bu sefer de filmin neden yarışmaya alındığını kestiremiyordum. Karşıma çıkan film ise görsellik olarak inanılmaz ve basit bir hayatta kalma hikayesinden çok daha fazlasıydı. Beni bambaşka bir yerden vurdu ve belki de bu sebeple filmi çok beğendim, herkes bu kadar beğenmeyebilir. Elbette film kesinlikle izleyiciyi tatmin edecektir. Çok sevdiğim iki uzay filmi, Gravity ve Sunshine’ın birbirleriyle birleşerek eksikliklerini kapattıkları bir film havası var Ad Astra’da. Bu da filmi, benim gözümde, son yıllarda senede en az bir kez gördüğümüz uzay filmleri arasında en üst sıraya koymaya yetiyor. 4.5/5
Qi Qiu – Pema Tseden
Çin’in bağrından kopup gelen Qi Qiu, Çin’in yakın tarihindeki önemli olaylardan birini harika bir metafor temelinde, inanılmaz sıcak bir dil ile anlatıyor. Filmde her şey dozunda. Bazı anlarda tekrara düşmesi ve yer yer çok amatör hissettirmesi haricinde bir eksiği yok, festivallerde denk gelirseniz kaçırmayın. 3.5/5
Madre – Rodrigo Sorogoyen
2019 Akademi Ödülleri’nde En İyi Kısa Film dalında aday olan, aynı isimli kısa filmin uzun metrajlı uyarlaması Madre. Bu sayede de bizleri harika bir tek çekim açılış sahnesiyle karşılıyor. Festivaldeki en etkileyici sahnelerden biri olarak gösterebilirim bu açılışı. Ancak bu yüksek başlangıç filmin aynı zamanda başına bela oluyor çünkü bir daha o seviyeye çıkamıyor film. 2 saat 8 dakikalık süresi de filme hiç yardımcı olmuyor ve finali de beklentileri karşılamıyor. Ancak her şeye rağmen derli toplu, başarılı bir film ile karşı karşıyayız. Orizzonti bölümünde aldığı En İyi Kadın Oyuncu ödülünü de kesinlikle doğru buluyorum, Marta Nieto gerçekten harika bir performans sergiliyor. 3.5/5
J’accuse – Roman Polanski
Gerçek bir olaydan esinlenen J’accuse, çok tartışılan ancak hala ünlü oyuncularla ve fena olmayan bütçelerle filmler çekmeyi başarabilen Roman Polanski’nin son faciası. Festivalde eleştirmenlerin favorisi olan ve Gümüş Aslan’ı alan J’accuse, izleyicide büyük şaşkınlık yarattı. Benim adıma ise yarışmanın kesinlikle alt sıralarındaydı. Kötü oyunculuklar, sündürülmüş hikaye ve komedi amaçlı yapılmış gibi duran makyajlar ile film, büyük sıkıntılara sahip. Filmin iyi olduğuna okuduğum hiçbir eleştiri de beni ikna edemedi açıkçası. Defoları çok bariz ve kariyerine baktığımızda Polanski ismine yakışmayacak bir film. Tahminimce konusunun bu puanlarda ve ödüllerde etkisi yüksek. 2/5
Seberg – Benedict Andrews
Fransız Yeni Dalgası’nın sembol isimlerinden olan Jean Seberg’in hayatının bir dönemine odaklanıyor film. Ancak bunu o kadar dikkatsiz, dengesiz ve ayarsız yapıyor ki tatmin edemiyor. Film, kurgu, tempo, hikaye, senaryo vb. birçok açıdan sıkıntılar yaşıyor ve bu sebeple de aslında normal bir oyunculuktan ötesini yapamayan Kristen Stewart, filmde öne çıkıyor. Ne söylemek istediğini becerebiliyor ne de ara ara vermeye çalıştığı gerilimi hissettirmeyi başarabiliyor. 0.5/5
Ema – Pablo Larrain
Son yılların en başarılı yönetmenlerinden biri olduğunu düşünüyorum Pablo Larrain’in. Özellikle 2010’lu yıllarda birçok sinemaseverin radarına girmeyi başardı. Son filmi Jackie ile Hollywood’a adım atması beni biraz korkutmuştu ancak Larrain, tamamıyla konfor alanından çıkarak Ema ile seyirci karşısına çıktı. Ema bir Gaspar Noe filmini andırıyor. Hatta yönetmenin son iki filmi Climax (2018) ve Love (2014) ikilisini birleştirirsek Ema’yı elde ederiz ancak bir şartla, iki filminde en iyi yanlarını almayarak. Larrain tahminimce önce stiline karar vermiş ancak ona bütünlük sağlayacak bir konu bulmakta zorlanmış. Vermeye çalıştığı mesaj başarılı ama bu mesajı vermekte zorlanıyor ve veremediğini anlayınca da kısa bir monolog ile tüm mesajı döküyor. Benim için festivalin en büyük hayal kırıklıklarından biri oldu Ema. Son olarak şunu da eklemekte fayda var, film yine de hiç fena değil. Larrain filmi olduğu göz ardı edilebilirse sevilebilir. 3/5
Joker – Todd Phillips – Yarışma
Gelelim festivale ve yıla damgasını daha şimdiden vuran filme. Öncelikle aldığı ödülden bahsetmek istiyorum. Yarışma filmleriyle karşılaştırdığımızda Joker kesinlikle üst sıralara yazabileceğimiz bir film. Çizgi roman filmi olması sebebiyle kimse ihtimal vermiyordu kazanmasına ancak ödülü hak ettiğini söyleyebilirim. Şahsi tercihim olmazdı ama en az tepki çeken ödüllerden biriydi Joker’inki. Filme dönersek, Joker’i iki şekilde değerlendirmek istiyorum; çizgi roman filmi olarak ve normal bir film olarak. Çizgi roman filmi olarak baktığımda kesinlikle özel bir film olduğunu düşünüyorum. Deadpool (2016) sonrası bu tarz, tekrara düşmüş tür filmlerini değiştirecek en önemli yapım olacaktır. Normal bir film olarak baktığımızda ise bu kadar iddialı konuşmak zor ama yine de başarılı bir film olduğunu söylemek pekala mümkün. Filmin artıları elbette inanılmaz Joaquin Phoenix performansı, bariz 1970 ve 1980’ler Martin Scorsese esintileri ve en kritik nokta olan karakteri gerçek dünyaya aktarabilme becerisi. Joker elbette bir kurgu ancak karakterin dönüşümü çok mantıklı ve empati kurulabilir şekilde gerçekleşiyor. Bu da bir karakter yaratımındaki en zorlu aşamayı atladığı anlamına geliyor. Bariz bir kötü olan ve bu doğrultuda eylemler gerçekleştiren Joker, bu negatifliğe rağmen empati duygusu uyandırabiliyor izleyicide. En son Nightcrawler’da (2014) bu denli başarılı bir kötü karakter gördüm ana akım Hollywood sınırlarında. Filmin en büyük eksileri ise sonunun, karakterin bilinmesinden dolayı, rahatlıkla görülebilmesi ve bazı anlarda tekrara düşme hissi. Joker, Tim Burton yönetmenliğindeki Batman’den (1989) beri yanı 30 yıldır farklı şekillerde karşımıza çıktı. Zaten yıllardır çizgi romanlarda da farklı şekillerde yer aldı/alıyor. Hepsi farklı uyarlamalar olsa da karakterin temellerine birçok sinema izleyicisi hakim. Bu sebeple de daha ilk andan neler olacağını biliyoruz. Karakterin bilinen dönüşümü esnasında gerçekleşen olaylar ise tekrar hissi yaratabiliyor ancak bunlar küçük ve dikkat çekmeyen eksiler. Son olarak film hakkında Amerikalı eleştirmenler etrafında dolanan tartışmalara değineyim. Filmin gidişatından ipucu vermeden bu konuda konuşmak oldukça zor ancak kısa bir not düşeyim. Tartışmalar çıkış noktaları açısından mantıklı gözükse de film üzerinden temellenemiyor çünkü iddia edilenler filmle bağdaşmıyor. Hatta bazı yorumlar “filmde uyuşturucu gören insanlar ondan etkilenir” düşüncesinden farksız. Film öncesi 1970’ler ve 80’ler Scorsese sinemasında eksiklerinizi kapatmanızı öneririm, özellikle King of Comedy (1982) 4.5/5
Mes Jours de Glorie – Antoine de Bary
Finaline kadar inanılmaz keyifli bir Fransız komedisi ancak sonra öyle bir dönüş yapıyor ki kendine büyük zarar veriyor. Bir çıtır çerez olarak seyredilebilir ama onun ötesinde bir şey vadetmiyor. Yakın zamanda izlediğimiz Rock’n Roll’a (2017) oldukça benziyor yapısal olarak. Eğer o filmden keyif aldıysanız ve/ya bu tarz kendi halindeki Fransız filmlerinden hoşlanıyorsanız sizi tatmin edecektir. 2.5/5
Adults In The Room – Costa Gavras
Usta yönetmenin son filmi, kendi ülkesinin 10 yıldır gündemini işgal eden borç krizi üzerine gerçek bir hikaye. Yannis Varoufakis’in anılarında uyarlanan film, sonuna kadar taraflı bir anlatıma sahip. Bu konuda bir sıkıntı yok ancak film tuttuğu tarafa izleyiciyi ikna edemiyor. Bu durumda filmdeki yersiz komedi anları ve alakasız yerlerde giren Yunan ezgilerinin büyük etkisi var. Başarısız bir Big Short (2015) gibi tıpkı. Ne onun kadar açıklayıcı ne de onun kadar ikna edici. Bilinçli bir tercih gibi gözüken bu olgular, filmi oldukça aşağı çekiyor ve sizi kısa süreli bir Google aramasından öteye götüremiyor. Özellikle abartılı ve iki boyutlu kötü adam yaratma çabası, daha ana karakterini biçimlendirmek aciz olan senaryoyu iyice dibe çekiyor. 2/5
Wasp Network – Olivier Assayas – Yarışma
Festivalin bir diğer hayal kırıklığı. Özellikle son yıllarda yaptığı Personal Shopper (2016), Doubles-vies (2018) ve Clouds of Sils Maria (2014) ile akıllarda yer eden Assayas, bu sefer büyük ölçekli bir projeyle karşımıza çıkıyor. Küçük hikayelerdeki o başarısını ise burada kesinlikle devam ettiremiyor. Güçlü bir kadro, gerçek bir olay ve Hollywood esintileri Assayas’a büyük (?) geliyor. Film kurgu alanında özellikle olmak üzere birçok alanda başarısız. Ne oyunculuklar ne senaryo hiçbir elle tutulur tarafı yok. Tempo da olmayınca izlemesi sıkıcı bir film çıkıyor karşımıza. Sonuç olarak salonu terk ettiğiniz anda unuttuğunuz kötü bir film Wasp Network, kötü kurgusu yüzünden bir filmi ileri sarıp izleme hissi veriyor. 1.5/5
The Laundromat – Steven Soderbergh – Yarışma
Festivalin bir açıdan sürprizlerinden biri oldu benim için. Emekli (?) olduktan sonra Hollywood’un en aktif yönetmenlerinden biri haline gelen Soderbergh, bu filmde işi tamamıyla eğlenceye vuruyor ve en doğru kararı veriyor. Özellikle Gary Oldman-Antonio Banderas ikilisi harika bir uyum ile izleyiciyi ilk anda yakalıyor. Teknik olarak da belli bir çizgiyi koruyan film, çok sıkıcı bir dram olarak karşımıza çıkabilecek gerçek bir olayı keyifli bir seyirliğe dönüştürüyor. Harika bir film değil ancak o amaçla yola çıkılmadığı da açık. Netflix’in festivaldeki bir diğer başarısı. 3.5/5
Revenir – Jessica Palud
Ana yarışma dışındaki kategoride en iyi senaryo ödülünü alan filmin bunu hak edip hak etmediği tartışılabilir. Ancak senaryo kesinlikle iyi. Bu başarının arkasında hüzünlü bir hikayeyi sulandırmaması ve müziklerle duygu sömürüsüne abanmaması yatıyor. Minimal, basit ama güçlü bir senaryo var karşımızda. Oyuncular da buna eşlik ediyor, süresi ile de mesajını verip salondan etkisini bırakarak ayrılmanızı sağlıyor. Revenir yılın görmeniz gereken filmlerinden. 3.5/5
Giants Being Lonely – Grear Patterson
Dışarıdan klişe, Amerika’daki liseli beyaz sporcu gençlerin büyüme hikayesi gibi duran film, küçük ayrıntılar ile kendini türdeşlerinden ayırmayı başarıyor. Bu konuda senaryonun etkisi oldukça yüksek. Hem mesaj verme açısından hem anlatım şekli hem de başrol iki oyuncunun roller için doğru seçimler olması başarılı ve farklı hale getiriyor filmi. 3/5
Martin Eden – Pietro Marcello – Yarışma
Jack London’ın aynı adlı romanında uyarlanan film, bu temelin üzerini güzel mizansenler, fena olmayan bir senaryo ve başarılı teknik ile dolduruyor. Yakın zamanda izlediğim Never Look Away’i andırıyor. Luca Marinelli’nin en iyi erkek oyuncu ödülü tartışmaya açık ama yer yer filmi sırtında taşıdığını da kabul etmek gerek. 3.5/5
Rialto – Peter Mackie Burns
Bir müzik klbi olarak 5-6 dakikada tüm derdini anlatabilecek bir film ancak bunu 90 dakikada yapıyor ve izlerken baygınlık geçirtiyor. Başrol performansı haricinde izlenmeyi hak etmiyor. Ne vermek istediği hüznü ne de empati duygusunu izleyiciye geçiriyor. Uyumak daha iyi bir tercih olabilir. 1/5
Chola – Sanalkumar Sasidharan
Benim açımdan festivalin en iyi filmlerinden biriydi Chola. Örneğini çok gördüğümüz bir hikayeyi özgünleştirmeyi başarıyor. Festivalin genel olarak en büyük problemi olan teknik konusunda bazı anlarda büyüleyici olması filmi ön plana çıkarıyor. Elbette ele aldığı ciddi konuyu harika bir teknik ile verince etkileyiciliği tavana çıkıyor. Salondan çıkışta herkesin yüzünde boş bir bakış vardı. 4.5/5
The King – David Michod
Festivalin büyük bütçeli kontenjanından giren The King için kullanılabilecek en iyi terim vasat. Joel Edgerton ve David Michod tarafından yazılan senaryo bazı anlarda yerlerde sürünürken Robert Pattinson gibi bir oyuncuya son yılların en iki boyutlu kötü karakterini veriyor. Filmde herkes iki boyutlu ancak Pattinson’ın karakteri bambaşka bir seviyede. Senaryo kötü olunca oyuncuların da çabası boşa çıkıyor. Timothee Chalamet kasılmaktan nefes alamayacakmış gibi duruyor, filmde rol de alan Edgerton ise kendi yazdığı esprilerine ancak kendisi gülüyor. Film sona ererken son darbesini de vuruyor ve salondan gülerek çıkıyoruz. Gülmemizin sebebi Edgerton’ın karakterinin yersiz kötü esprileri değil, filmin kendisi ve o berbat finali. 1.5/5
Om Det Oandliga – Roy Andersson – Yarışma
Gözlerinizi kapatın ve aklınıza bir Roy Andersson filmini getirin. Gözünüzün önüne gelen film bu olacaktır. Yaşayan Üçlemesi’ne küçük bir ekleme gibi duran film, yönetmenin sevenlerini yine tatmin edecektir. Andersson bu sefer rotayı, inanç, hayat ve savaş üçlüsüne çeviriyor ve yine o kendine has mizahını koruyor. En iyi yönetmen ödülünü alması da sonuna kadar doğru karar. Andersson’un tarzını sevmeyenler ise filmden uzak durmayı tercih edebilirler. 4.5/5
Guest of Honour – Atom Egoyan – Yarışma
Atom Egoyan yine şaşırtmıyor ve birçok açıdan dökülen, bazı komik anları ve oyunculuklar (Özellikle David Thewlis) hariç hiçbir şey vadetmeyen bir film ile karşımıza çıkıyor. Öncelikle filmdeki hikaye parçaları bir 2 farklı yapbozun parçalarının birleştirilmesi gibi duruyor. Bu da filme büyük darbe vuruyor çünkü filmin bir bölümünün genel hikayeye hiçbir faydası yok. Anlatılmaya çalışılan hikayenin de pek bir numarası olmaması filme son noktayı koyuyor. 1.5/5
Blanco en Blanco – Theo Court
Festivalin en merakla beklediğim filmlerinden olması sebebiyle en büyük hayal kırıklıklarımdan biri oldu film. Blanco en blanco, Arthouse filmlerle dalga geçmek için kullanılan bütün argümanları kullanan ve bununla sanat yaptığını zanneden bir film. Uzun manasız çekimler, olmayan tempo ve doğal olarak gelen sıkıcılık. Yönetmenlerin artık bunları yapmayı bırakması gerekiyor diyeceğim ama kendi dalında en iyi yönetmen ödülünü aldı film. Hangi akla hizmet böyle bir ödül verildi anlamlandırmak zor. 1/5
Nabarvene Ptace – Vaclav Marhoul – Yarışma
Eleştirmenler nezdinde yarışmanın en kötü filmi olarak görülen film, bana kalırsa festivalin en iyi filmiydi. Sıradan bir İkinci Dünya savaşı hikayesi yerine Jerzy Kosinski’nin romanının gücüyle farklılıklar ile karşımıza çıkan film, birçok etkileyici ana sahip. Kimilerine göre bir çeşit şiddet pornosu ancak bana göre savaş sırasında Yahudi bir çocuğun başına gelebilecek her şeyi bizlere gösteren bir biyografi. Film Joker kadar popüler olmadığı için pek tartışılmadı ancak tekrar söylemek gerekiyor; Dünyadaki gerçekleri değiştirmek ve onlara dikkat çekmek yerine gözlerimizi kapatmanın hiçbir mantığı yok. Nabarvene Ptace, bir şekilde izlemeniz gereken harika bir film. 4.5/5
Psykosia – Marie Grahto
Kendine bariz şekilde Persona’yı örnek alan ancak o yanına yaklaşamayan bir psikolojik gerilim Psykosia. Kötü senaryo ve diyalogları, görsel olarak güzel gözükmesi gerekirken sadece sinir bozan kamera kullanımı ve yer yer abartı oyunculuklarıyla planlamadığı şekilde rahatsız edici bir film. 1/5
Lan Xin Da Ju Yuan – Lou Ye – Yarışma
Bir dünya savaşı casusluk draması olarak yola çıkan film, ne casusluğu ne de dramayı hakkıyla becerebiliyor. Bunların yanına doğal olarak eklenen aşk hikayesi ise filmi daha da aşağı çekiyor. Böyle bir filmin hakkını vermek için gereken teknikten de bir hayli uzak. Ne koreografiler ne de kamera kullanımı olması gereken seviyenin yanına yaklaşamıyor hatta yer yer inanılmaz kötüler. Yarışmanın en başarısız filmlerinden. 0.5/5
Babyteeth – Shannon Murphy – Yarışma
Festivalin benim adıma bir başka hayal kırıklığı ancak bazı yerlerde hakkını vermem gerekiyor. Basit bir hastalık draması olmak yerine farklı şeyler denemesi takdire şayan ancak sıkıntı zaten denemek ile kalması. Film bu denemeye rağmen sıkıcı ve bayat. Özellikle filmin lokomotifi olması gereken ilişkinin izleyici nezdinde inandırıcı olamaması büyük sıkıntı. Yine de izlenip görülmesi gerektiğini düşünüyorum. 2.5/5
Nevia – Nunzia De Stefano
Festivalin güzel sürprizlerinden. İlginç nüanslara sahip bir büyüme hikayesi Nevia. En büyük gücünü oyunculuklar ve her şeyi açıklama gereği duymamasından alıyor. Böylece izleyiciye boşlukları doldurma fırsatı tanırken, süresini de uzatmıyor. Türe yeni bir soluk getirmiyor ancak anlatmaya çalıştıkları için izlenmeyi hak ediyor. 3.5/5
A Herdade – Tiago Guedes – Yarışma
3 saatlik süresini meşru kılacak hiçbir şey sunmuyor. Bir derebeyinin ve ailesinin 50 yıllık zaman dilimine konuk olduğumuz film, ilk yarısıyla fena değil. Ancak ikinci yarı girdiği anda hiçbir numarası kalmıyor ve filmin genelindeki problem daha çok öne çıkıyor, anlatılanlar ilgi çekici değil. Ara ara giren mesajlar ve bir iki sahnede öne çıkan ilgi çekici konular hiçbir şekilde derinleşmeden geçip gidiyor ve en sonunda bir aile dramasından ötesi kalmıyor. Bu durumda da zaten 3 saatlik sürenin hiçbir mantığı olmuyor. 1.5/5
Gloria Mundi – Robert Guediguian – Yarışma
En iyi kadın oyuncu ödülünü alan film, bu tartışmalı performans haricinde hiçbir şey sunmuyor. Kötü senaryo, kötü oyunculuklar ve anlamsız olaylar. Filmde 8 kırılma noktası olduğunu varsayalım, bunların dördü yerinde diyebiliriz ancak diğer dördü hiçbir şey ifade etmiyor. Film bir aile draması olarak yer yer Yaprak Dökümü’nün dizi uyarlamasını andırıyor. Bu etkenler göz önüne alınınca da filmdeki bayat esprilere değil, filmin kendisine gülüyoruz. 1/5
Borotmokmedi – Dmitry Mamuliya
Son 10 dakikası ile Bir Zamanlar Anadolu’danın öncesini anlattığını zannedeceğiniz, ana karakteriyle Albert Camus’nun Yabancı’sını hatırlayacağınız bir film. Elbette bu ikilinin yanına bile yaklaşamıyor ve süresinin etkisiyle yer yer aksıyor ve inanılmaz bir tempo problemi var ancak yine de izlemeye değer bir film. 3/5
Waiting For The Barbarians – Ciro Guerra – Yarışma
Kurallara uyan, eli yüzü düzgün bir film. Bazı anlarında oldukça etkileyici ve temposu ile kendini izletiyor. Rahatlıkla Johnny Depp’in son yıllardaki en iyi filmi diyebiliriz. Oyunculuklar genel olarak başarılı ancak karakterlerin iki boyutlu oluşu büyük bir problem. Filmde iyi ile kötünün savaşını izliyoruz ancak başka hiçbir şey göremiyoruz. Siyah ve beyaz harici renklerin olmayışı etkiyi düşürüyor. 3.5/5
Hava, Maryam, Ayesha – Sahraa Karimi
Ortak özellikleri, yobazlıkla örülü bir kültürde kadın olmak olan üç farklı sınıftan Afgan kadınlarının hikayelerini izliyoruz filmde. 3 kısa filmden oluştuğunu söyleyebileceğimiz filmimiz, yeni bir şey sunmuyor ancak söyledikleri için izlenmeyi hak ediyor. Bazı anlarda izleyicideki duyguyu açığa çıkarmayı (klişe yollarla olsa da) oldukça iyi beceriyor. 3/5
Roger Waters: Us+Them – Roger Waters & Sean Evans
Pink Floyd’un mükemmel tınıları, siyasi ve politik mesajlar ve inanılmaz bir sahne şovu…
Roger Waters her zamanki gibi yine etkileyici ve keyifli. Belki de sayısız defa dinlediğiniz şarkıları bir de böyle dinleyin/izleyin. Elbette bir konserin etkisini veremiyor ancak konser filmleri izlemeyi sevenler kaçırmasın, Waters ve Pink Floyd sevmiyorsanız bile. Keşke arada kısa kısa belgesel tadında kesitler de olsaydı ancak bu haliyle de harika. 4/5
The Burnt Orange Heresy – Giuseppe Capotondi
Festivalin kapanış filmi, ortalama bir film. Günümüz sanat dünyası ve insanlar ile ilişkisi üzerine güzel mesajları var ancak bunları dışarıda bıraktığımızda klasik bir azmine yenik düşen adam hikayesi kalıyor elimizde. Filmin açıklayarak kullandığı sembolizm ve fena olmayan oyunculuklar da filmi kurtaramıyor ancak yine de izlenebilir bir film var karşımızda. 2.5/5
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.