Pandeminin etkilediği sinema festivallerle nefes almaya çalışırken bu yılın önemli festivallerinden biri de Boğaziçi Film Festivali’ydi. Bu yıl çeşitli festivallerden yapılan uluslararası film yarışması seçkinin yanı sıra her zamanki gibi ulusal yarışma da festivalde yer aldı. Kısa filmler ve belgesellerle kendine has bir program oluşturuldu.
Açılış ve Kapanış Filmleri
Deset u Pola: Bu yılın belki de en keyifli filmi Tanovic’in filmiydi. Balkan köftecilerinin tatlı rekabeti seyirciyi yer yer kahkahalara iterken arkadaşlık, aile, aidiyet ve hayattaki önceliklerimiz üzerine beyin egzersizi yaptığımız bir yapım oldu. Muzip üslubuyla genel seyirciyi tatmin eden filmimiz, kendi çöplüğünde kral olmak mı, yoksa büyüyerek dünyaya açılmak mı ikilemini seyirciye iyi yansıtıyor. Böylece karşımıza Danis Tanovic’tan iştah açıcı bir kendini iyi hisset filmi ortaya çıkmış.
The Electrical Life of Louis Wain: Louis Wain’ın aşkına ve kedilere adadığı hayatını Wes Anderson tarzına yakın duran bir görsel imge bombardımanı ile karşımıza sunacakken, kontrolü kaybedip devrilen bir filme dönüşmüş. Ne içeriği katmanlaşabilmiş, ne de elindeki hikaye renklenebilmiş. Ana karakterinin bozuk ruh halinin sanata dönüşme süreci kolaycı bir zihniyette karşımıza çıkarıldığından, film bittiğinde aklınızda kediler dışında bir şey kalmıyor. Neon kedi çizimleri dahi filme oturmamış. Büyük hayalkırıklığı oldu.
Uluslararası Yarışma Filmleri
Bu yılın yarışma filmlerine baktığımızda kağıt üstünde çok da bilinen filmler olmamasından kaynaklı olarak kafalarda soru işaretleri belirmişti. Ancak filmleri izlediğimizde gördük ki, gelecekte ismini çok duyma ihtimalimiz olan yeni sanatçılar keşfetmemize olanak sağlanmış.
Öne çıkan filmlerin başında en iyi film ödülünü de alan Ripples of Life geliyor. Bir film çekimi öncesi yaşanılanları üç hikaye üzerinden anlatan yapım, başarılı oyunculukları ve iyi yakalanan çatışmalarıyla başarılı bir iş olarak kendini belli ediyordu. Çin’deki küçük şehirlerdeki insanın yalnızlığı ve sıkışmışlığı ile küçük şehir buhranını sıkmadan seyirciye sunuyordu. Her hikayeden ayrı bir tat almak mümkündü.
Tempo sorunları çekmesine rağmen amatör oyuncularla kotarılan The Sacred Spirit, Yunan tuhaf akımı ile Rumen kara mizahının kırması diyebileceğimiz bir filmdi. Bıçaküstü konusunu istismara kaçmadan anlatmayı başarıyordu. Donuk bakışlı oyuncuları ve kendine has soluk görsel estetiğiyle keşif filmiydi diyebiliriz.
Things Worth Weeping For büyüyememiş yetişkinlere dair bir zihin egzersizi gibi karşımıza çıkarken, yetişkin vucudunda çocuk olmayı anlatıyordu. Biraz nostaljinin verdiği rahatlama, biraz kendini geç de olsa tanıma hissini merkezine oturtturuyordu. Ancak filmin çok kişisel ve samimi olması, filmin sinemasal değerini arttırmıyordu. Kısa film olsa daha kabul edilebilir bir film olabilirdi. Summer Blur ise tam tersi yönde giderek çocuk vücudunda yetişkinlerin dahi kaldıramayacağı bir ağırlığı taşıyan kişinin dramıydı. Film aidiyet ve yas kavramlarını, genç bir kızın ruh hali üzerinden anlatırken bunaltıcı bir atmosfer kuruyordu. Ancak filmin tempo sorunları ve karakterin ruh halini birebir yaşamamız için gayreti, filmin seyir zevkinden çalmaktaydı.
Wild Roots klişe bir hikayeyi Macar bakış açısıyla kendine has bir şekilde yorumlamıştı. Bu yarışma bölümünün en dinamik ve eğelnceli filmi olduğunu söylersek yanılmayız. Farklı duyguları aynı sepete koymuş ve seyirciyi mutlak finale doğru hazırlamaya çalışmıştı. İki oyuncunun kimyası da çok iyi uyuşurken, dokunaklı bir baba – kız hikayesi olmayı başarıyordu.
Bebia son derece estetik kamera kullanımı ile çekilmiş ve siyah beyazın hipnotize edici güzelliğini kullanan bir film olmasına rağmen sınırlı hikayesinde kayboluyordu. Geçmiş ve şimdi arasında giden zaman akışı, bir yas filmi için fazla mesafeli bir bakış açısına sahipti. Ancak filmin hikayesinin kalıcı etki etki bırakmaması filmin temel problemiydi. Belgesel ile kurmaca arasında dolaşan Jack’s Ride, göçmenlerin ülkelerine geri döndüklerinde yaşadıkları anlam karmaşasını anlatıyordu. Ancak sinematografik öğelerden uzak tavrı ve podcastvari sese dayalı anlatısı seyir zevkini kırıyordu. Kişisel bir hikayenin, vasat filmine dönüşürken Portekiz sinemasının izlemesi zor filmlerindendi.
Ulusal Yarışma Filmleri
Bu yılın ulusal yarışma galibi Bağlılık Hasan, muhafazakar kesim eleştirisi olarak okunduğunda iyi iş çıkarıldığını söyleyebilirim. Ancak film inanılmaz kötü casting kurbanı denilebilir. Öte yandan söyleşiye kalınca beğendiğim filmden soğudum. Çok farklı bakış açısı ayrılığı yaşadığımızı gördüm. Kendi yorumumla kalmayı isterdim. Çünkü filmin tüm metaforları ve filmin iyi yanları bu söyleşi sırasında zorlama okumalarla görmek istediğimiz bir filmden çok, dini bir ibadet tanıtım filmine dönüşüyordu.
Hareket alanı gün geçtikçe kısıtlanmaya başlayan bir adamın psikolojisinin içinde sıkışma hikayesi olan Kafes, yönetmenlik anlamında savruk ve kontrolsüzdü. Kirli, pis, çürüyen bir hayatın kırıntılarını takip etmek istiyordu. Ama karakterlere yüklenen bazı temsiller pek inandırıcı gelmiyordu. Cemil Ağacıkoğlu filmlerindeki temel sorun bir kez daha ortaya çıkarak durum hikayesini anlık bir durum değerlendirmeye döndürmüştü.
İki Şafak Arasında için ise bu yılın en iyilerinden biri diyebiliriz. Basit gibi görünen bir olayın karanlık yüzünü, son derece iyi tespitlerle başarılı bir şekilde seyircisine aktarıyordu. 90 dakikanın nasıl geçtiğini anlamıyorduk. Hatta bir 30 dakika daha olsa izlenebilirdi. Hatta sondaki kavramsal metafor filmin tamamını özetlerken; kimi seyirciler bu ayrıntıları kaçırmıştı. Bu yüzden de finali eksiklik var gibi algılamalarına sebep oldu. Halbuki film anltamk istediğini başarıyla seyirciye aktarmıştı. Toplumsal yozlaşmanın harika bir portresi çizilmesinden dolayı takdiri hak ettiğini söyleyebilirim.
Pota haftaiçi çocuk kanallarında yayınlanan öğretici filmlere benziyordu. Belli ki yönetmen çocukluğuna saygı duruşunda bulunmak istemişti. Ancak çocukların diyalogları ağızlarına oturmamış ve senaryodaki çözüm anları mantıksız kalmıştı. Ama tv estetiğinde bir film olarak kendini izletiyordu. Öte yandan diğer bir merkezine çocukların hikayesini alan Sabırsızlık Zamanı, adını filme yansıtır şekilde sabırla izlemeniz gereken bir filmdi. Çünkü yönetmen hiçbir şeyi kontrol etmeyerek, aile içinde çekilen videolardan daha öteye gidememişti. Her karesi müsamere gibi bir havaya bürünmüştü. Doğal olayım derken doğal seleksiyon bozulmuştu. Bu sebeple kısa film olsaymış keşke dedirttirdi. Çocuk oyuncuların da filmi kaldıramadıklarını düşünüyorum.
Böylece bir festival daha iyisiyle kötüsüyle sona erdi.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.