Frédéric Beigbeder’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan 99 Francs reklâm dünyasına alegorik bir yaklaşımla mercek altına yatırıyor, ama kimin merceği altına?
İster dergi olsun ister internet sitesi, hem başlıkta hem de spotta soru içeren cümlelere, bütün yazı işleri insanları kuşkuyla yaklaşır. Yazarın, okuyucuyu bilinmezliğe sürükleyeceğinden korkar ya da hem başlık hem de spotta soru işareti kullanmak istemeyen görsel yönetmenin gazabına uğrar. Kurucumuz, kadim dostumuz ise bu tip yazı işleri çokbilmişlerinden biri değildir, güzel insandır, sansürü sevmez, kimseyi boyunduruk altına sokmaz. Kısıtlamalara maruz kalmamanın dayanılmaz hafifliği ile devam edelim.
Reklâmcılık, insanın için burkan, fena halde strese sokan bedbaht bir meslektir. Metin yazarı ya da art direktör olun; fark etmez. Yaratıcılık denen sivri dişli çarklardan oluşmuş makine gün gelecek sizden de bir parça koparacaktır. Bu işi yapmamanızı salık veririm. Bu konuda da oldukça ciddiyim.
Reklâm dünyasına eş durumundan fena halde bağlı, sektörün ana hatlarını bilen biri olarak 99 Francs’a kuşkuyla yaklaştım. Zaten reel sektörden yeterince darbe yemişim, kinim nefretim had safhada; keyif aldığım sanatların en önemlisi olan sinemanın, reklâmcılığı anlatan kötü bir filmle kirlenmesi durumunda keyfimin kaçması kaçınılmaz. Neyse ki 99 Francs kimseyi büyük bir hayal kırıklığına uğratmayacak bir film. Aynı oranda büyük umutlarla da izlenecek bir film değil.
Jan Kounen’in yönetmenliğini üstlendiği 99 Francs ilk olarak, ana karakter Octave’ın Frédéric Beigbeder’e inanılmaz benzerliği ile dikkat çekiyor. Hayatının 10 yılı Fransa’nın önde gelen reklâm ajanslarından birinde çeşitli kademelerde tüketen biri olarak kendi alanında yetkin bir insan. Sektördeki insanların ne kadar egolu olduğunu kendi egosu üzerinden anlatmayı görev kabul etmiş. Yazmaya dair de ciddi kaygıları var. Ne güzel!
Fransız züppeliği ve reklâmcı egosu bir araya gelince ne büyük bir rezilliğin ortaya çıktığını rahatlıkla filmde görebilirsiniz. Ajans içi ilişkilerde filmde iyi incelenmiş. Art-Yazar ilişkileri, Creative Director (dilimi eşek arası sokmalı) baskısı, Müşteri Temsilcisi yalamalığı, noktasından virgülüne, eksiksiz karşınıza geliyor.
99 Francs sinematografik gücünü ise PPM (Pre-Production Meeting) ve reklâm çekimi sahneleri sırasında gösteriyor. Esasen reklâmın içi ne kadar boş bir olgu olduğunu gözler önüne seriyor. “Sen kim oluyorsun da benim uzmanlık alanıma karışıyorsun” diyen art’lar yazarlar, müşteriye karşı boynu kıldan ince müşteri temsilcileri, her b.ka maydanoz müşteriler…
Frédéric Beigbeder’in tanımıyla PPM dünyanın en akıllı gerzeklerinin buluştukları tepe noktası. Tabii, tüketim toplumu harlamak için yaratılmış bir iletişim biçimi bu. Kim önüne geçebilir ki… Ve son olarak sadece güneşli bir mekân aramak için dünyanın öbür ucuna tam kadro gitmekten çekinmeyen reklâm insancıları yığınını filmde Miami’de çekimde görürüz. İzzet-i İkram’ın sınırsız, harcırahların yüksek olduğu bu setlerde, kafası güzel yönetmenler ve yine ciddi görünüp işin dalgasında olan yetkililer zihinsel mastürbasyonları içimizi dağlar.
Ben bu filmi dram olarak değerlendiriyorum. IMDB’ye bakarsanız filmin komedi janrı altında değerlendirdiğini görürsünüz. Fakat şahsi kanaatimce içinde reklâmcılığın özüne dair bir şeyler olan her eser bünyesinde kendi dramını ve trajedisini barındırır.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.