A Most Wanted Man: Ajan Görünümlü Hayalet Satranç Oyuncuları

Kaba tabirle dünyanın her tarafında bilinmeyen ajanlık olayları cereyan ediyor. Tabii belli başlı öncül ülkeler bu olayı abartarak kendi içlerinde dış dünyaya kapalı örgütler veya ekipler kuruyorlar. Bu ekipler çoğunlukla çok uluslu ittifaklar bünyesinde faaliyetlerini sürdürüyorlar. Kimileri bu adamlara pis işler temizlikçileri diyor, kimileri ise anti-terör ekipleri ya da farklı bir isimle lugatına dahil ediyor. John le Carre’nin romanında da böyle bir ekibi konu ediliyor. Fotoğraf sanatçısı ve aynı zamanda yönetmen Anton Corbijn’in üzerinde çok uğraştığı filmi sonunda vizyona girdi.

a-most-wanted-man willem dafoe philip seymour hoffman 2014

Filmin konusuna baktığımızda yakın zamanda kaybettiğimiz ünlü oyuncu Philip Seymour Hoffman’ı Almanya gizli istihbarat teşkilatına bir nevi bağlı pis işleri yapan anti-terör timinin başındaki kötü şöhretli ajan olarak görüyoruz. Ekibinde de Avrupalı oyunculardan Daniel Brühl, Nina Hoss gibi isimlerin varlığıyla iki şüpheli durumun peşinde araştırma yaparken buluyoruz. Bunlardan biri İran’lı oyuncu Homayoun Ershadi’nin oynadığı dini bütün, dışarıdan güvenilir gözüken bir profesör olan Abdullah’ın El Kaide tipi Müslaman kökenli bir terör örgütüne para aktarma olasılığı olarak gözükürken, diğer tarafta başıboş dolaşan müslüman Çeçen kökenli bir dönem hapiste yattığı için bir terör eylemi gerçekleştirmesi olası şüpheli şahıs Karpov… Ekibimiz bu iki olayı araştırırken, bir yandan da onları rahatsız eden iç güvenlik ve Amerikalı’larla satranç oyununa girişiyorlar. Politik olaylar bazı planları etkilemeye başlıyor.

Tabii olaylar da böyle bitmiyor. Bir yandan muhbirlerle yaşanan psikolojik savaş, diğer yandan Çeçen Karpov’un Rusya’ya geri dönmemek adına direnişi doğrultusunda olaylara karıştırdığı Rachel McAdams’ın oynadığı genç avukat ve babasının mirasını yerine getirmesi beklenen bankası simsar Willem Dafoe’un oynadığı Tommy Brue var.

Buraya kadar tüm işler karışacakmış gibi duruyor öyle değil mi? Ancak filmin en büyük eksisi bu belki de… Filmin polisiyesi zayıf kalmış. Son derece basit bir olay, dinlemeler, takiplerle heyecan katılmaya çalışarak seyirciye verilmeye çalışılsa da, film bittiğinde içinizde bir eksiklik hissediyorsunuz. Ama bu eksiklik filmi kötülemeye de yetmiyor. Çünkü filmin sanat yönetimi, görüntü çalışmaları ve oyunculukları birinci sınıf düzeyde sergileniyor. Bir de hikaye daha ilgi çekici olsaymış, film bu yılın en efsane filmlerinden biri olmaya aday olacakmış. Ama maalesef bu noktada film tükeniyor. Çok ağır bir benzetme olacak ama Türk dizisi “Arka Sokaklar” dizisinin bir bölümünden hallice bir hikayeye sahip film.

Hikayenin basitliği sizi rahatsız etmezse ise film tam anlamıyla cennet olabilir. Çünkü filmdeki neredeyse tüm oyuncular dozunda ve abartıya kaçmadan oynuyorlar. Adeta kıvamında bir takım oyunu hakim filmin içinde. Hatta filmin bu kadrosunda ufak rolleri olsa da Derya Alabora ve Tamer Yiğit de yerinde bir performans sergiliyorlar. Bu arada söylemeden edemeyeceğim. IMDb dahil birkaç yer Tamer Yiğit’leri karıştırmış ve aynı profilde yer vermiş. Halbuki bu filmde oynayan oyuncu Tamer Yiğit, Almancı oyuncu olan Tamer Yiğit; yani eski Yeşilçam oyuncusu olan değil.

Özellikle benim en sevdiğim anlardan bazıları filmin içinde Amerikalı yetkili Robin Wright ile Philip Seymour Hoffman arasında diyaloglardı. Bir yandan hatalarıyla arınmaya çalıştığından yardım etmeye çalışan bir kadın, diğer yandan da her türlü pisliğin farkında olduğundan kendini iyiliksever Amerikalılara kaptırmamayı adet edinmiş bir adam…

most wanted man 2014

Fotoğrafçılıktan gelme Anton Corbijn’in zaten görüntü ve sanat yönetimi konusunda sıkıntı çekmediğini söyleyebilirim. Filmin en büyük hüzün kaynağı belki de sadece Philip Seymour Hoffman gibi hem oyunculuğu hem de aurası yüksek bir oyuncunun görüp görebileceğimiz son performanslarından biri oluşu. Filmin içinde yine o çok abartıya kaçmayan oyununu oynarken, filmin yükseliş anındaki patlayan oyunculuk kıpırtıları yüzünden bu iyi oyuncuyu özlemekle yetiniyoruz.

Buna ek olarak filmin yönetmeni Anton Corbijn’in bu işe başladığı günden beri üç film çekip yönetmenliği bırakacağım iddası ne kadar vuku bulur onu bilemeyiz ama eli düzgün filmler çeken bu adamın yönetmenliğe devam etmesi benim en büyük temennilerimden biri olsa gerek.

Sonuç olarak politik filmleri seviyorsanız, Philip Seymour Hoffman’a veda turlarına başlamak için son üç şansınızdan biri sizi bekliyor. Zayıf senaryo insanı etkilemese de, kimi mizansenler filmin izlenebilir olmasına etken oluyor. Bu yüzden gidip izleyip içimizde oluşan boşluğa anlam yüklemek için düşünelim. O anda bir yandan sinemanın yer yer güçlü hikayesiz de ayakta kalabildiğine tanıklık edelim. Bu ajan filmindeki gizli kalmaya çalışan satranç oyuncularının başlarına gelen davalardan çok üstleriyle ve buna bağlı bürokratik oyunlarla daha da başlarının ağrıdığını göreceksiniz.

Yorum Gönderin