“George olabilmem sabahları epey vaktimi alıyor. George’tan beklenilenlere ve nasıl davranması gerektiğine uymak için zaman harcıyorum. Üstümü giyinip, biraz sert ama mükemmel George’un son cilasını da attığım zaman hangi rolü oynamam gerektiğinin tamamen farkındayım demektir.” diyor baş karakterimiz kendisi hakkında. Ardından “ allahın belası günü geçir gitsin.” diye ekliyor.
Böylesine hayatının sıradan oluşundan yakınan, elli yaşlarında, california’da üniversitede öğretmen olan ingiliz asıllı ve eşcinsel George 16 yıllık sevgilisini kaybetmiş , kalp hastalığı olan ve intahar etmeyi kafasına koymuş bir insan. kısa süreli de olsa hayatın güzelliklerini fark ediyor ve bunlara tutunmaya çalışarak intahar etmekten her defasında vazgeçiyor. Bir kadına veya erkeğe bakarken, hatta bir köpeği öperken bile alıyor hayattan istediğini. Film boyunca da hayattan aldığı anlık zevklerin bırakılmaması gerektiğini, ne zaman öleceğimizin belli olmadığını söyleyerek defalarca vurguluyor.
“ Ömrümde birkaç kez her şeyin net olduğu anları yakalayabildim. Sükunetin bir anlığına gürültüyü bastırdığı, benimse zihnimle değil de hislerimle algılayabildiğim anlar. Her şeyin öylesine mükemmel, dünyanın yeni vücut bulmuşçasına körpe olduğu. Bu anların uzun sürmesini sağlayamadım hiç. O anlara sarılırım, fakat her şey gibi onlar da yitip giderler. Can bulduğum anlar işte bunlardı. Beni şimdiki zamana sürükleyip, her şeyin tam da olması gerektiği gibi olduğunu fark etmemi sağlarlar.”
Son sözleri ise bunlar oluyor. Renkler iyice donuklaşıyor, george ölüyor ve film bitiyor. Kısacası mantığı ve hisleri arasında gidip gelirken, hayatın boktanlığı ve güzelliği arasında da gidip gelen George’un hayata nasıl yabancılaştığının hikayesi bu film.
Ünlü bir moda tasarımcısı olan Tom Ford bu ilk filmini Cristopher İsherwood’un kitabından uyarlamış. Dekorlar, oyuncular, sahneler,kostümler kısaca filmde gördüğümüz her şey o kadar özenle seçilmiş ki; filmde çirkin herhangi bir şey bulmak neredeyse imkansız. Öyle ki George’un evini görüp de iç çekmeyen yoktur heralde. Film boyunca gördüğümüz her erkek sanki moda dergisinden fırlamış gibi: kusursuz, kaslı, yakışıklı…
Yalnızlığı, koyvermişliği, tekrar hayata tutunma anlarını, hayata yabancılaşmayı baş karakter George’un ruh haline göre renklerin canlandığı ya da solduğu, kalp atış sesleriyle desteklenen sahneler filmin anlatısını son derece güçlendirmiş. Bunların üstüne leziz müzikler de eklenince film izlemeye değer bir hal alıyor.
Daha önce oynadığı Bridget Jones filmleriyle herkeste mimiksiz, duygusuz adam izlenimini bırakmış olan Colin Firth oynadığı George karakteriyle aslında ne kadar histerik, içli ve duygusal olabileceğini göstermiştir sanıyorum. Şu sıralar ise The King Speech adlı filmdeki performansıyla bir çok ödüle aday gösteriliyor kendisi müthiş performansından dolayı. Gerçekten oynadığı karakterin hakkını verdiğini düşünüyorum. Keza bir çok akademi ödülü sahibi ve The Big Lebowski, Hannibal, Children of Men, Next gibi milyon tane filmden tanıdığımız Julianne Moore da aynı şekilde.
Film hakkında söylenebilecek tek kötü söz varsa o da senaryosunun doyurucu olmadığıdır. Kısa bir hikayenin biraz dolambaçlı ve süslü bir yoldan anlatılmış olduğu hissini uyandırıyor ara ara. Lakin o dolambaçlı yolun süslerinin çok güzel hazırlanmış olduğundan bir sorun teşkil etmeyeceğini varsayıyorum. Dolayısıyla Tom Ford’un kattığı estetik yönünü filmin en güçlü yanı olarak buluyorum.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.