Alias Grace ve The Handmaid’s Tale: Kadınların Geçmişi ve Olası Gelecekleri Üzerine İki Dizi

Margaret Atwood’un kaleme aldığı, farklı dönemlerde geçen Alias Grace ile The Handmaid’s Tale romanları bu yıl televizyona uyarlandı. 8 Emmy ödüllü dizi The Handmaid’s Tale ilkbaharda Hulu’da yayınlanmıştı. Kanada-ABD ortak yapımı olan Alias Grace ise Kanada’da CBC kanalında yayınlandı. Sadece 6 bölümden oluşan bu mini dizi, Netflix’te 3 kasımda yayınlanacak. Atwood iki dizinin de yapımcıları arasında yer almış, senaryolara katkıda bulunmuştu. The Handmaid’s Tale‘i Bruce Miller kaleme alırken Alias Grace‘i aktris-senarist-yönetmen Sarah Polley yazdı. Farklı dönemlerde geçseler de iki öykünün ortak noktaları var.

Alias Grace 1843’te geçip gerçek bir olaydan uyarlanıyor. İrlandalı Grace Marks (Sarah Gadon) alkolik ve tacizci babası ve kardeşleriyle birlikte Kanada’ya göç eder. Burada zenginlere hizmet eden Grace bir süre sonra ev sahibi (Paul Gross) ve metresini (Anna Paquin) uşak McDermott’la (Kerr Logan) bir olup öldürmekle suçlanıp hapse atılır. Cinayetin asıl faili olan uşak idam edilirken Grace ömür boyu hapse mahkum edilir. Otuz yıl sonraysa suçsuz bulunup salıverilir. Polley, Grace’in Kanada’ya göçünden itibaren yaşadıklarını Grace’in ağzından-bakış açısından kronolojiye uyarak flashbacklerle anlatır. Yıllardır hapiste olan Grace yaşadıklarını ilk bölümden itibaren Dr. Jordan’a (Edward Holcroft) anlatmaya başlar. Grace’in yaşamı o zamanlarda yaşayan alt sınıftan her genç ve güzel kadının yaşamından farksızdır; tacizle, işkencelerle, hakaretlerle, aşağılamalarla, insan yerine konulmamakla geçer yılları. Dizi (ve tabii ki roman) 1800’lerde kadınların yaşantılarını, birbirleriyle mücadelelerini ve dayanışmalarını, haksızlığı, hukuksuzluğu ve adaletsizliği-adaletin sadece erkeklere çalışmasını anlatır. Erkekler önplanda değildir. Dizinin ikinci başrolü Holcroft’ın ama Holcroft fazla görünmez, karakteri Jordan’ın yaşantısına fazla değinilmez. The Handmaid’s Tale ise belirsiz bir gelecekte geçer. Distopya [aslında Atwood, “distopyanın içinde ütopya da var,” diye düşünüp romanın türüne ‘üstopya’ adını verir] türündeki dizi toplumsal yaşantının 180 derece değişmesini, kadınların tüm haklarını yitirmelerini June/Offred (Elisabeth Moss) üzerinden aktarıyor. Kadınlara dair kabustan farksız bir gelecek kurgulayan Atwood bu eserinde de kadınların birbirleriyle mücadelelerini ve birbirlerine yardımcı olmalarını, kendilerini ezen, suistimal eden, birbirlerine kırdıran, kendilerine doğurma ve hizmet etme dışında hiçbir yaşam alanı açmayan, her şeyi yasaklayan sistemdeki yaşantılarını anlatıyor.

Biri 1800’lerde, diğeri tarihi belirsiz bir gelecekte geçiyor. İki dizide de kadınların devlet nezdinde fazla haklarının olmamasına, ezilmelerine, taciz-tecavüz edilmelerine, hor görülmelerine, ev sahiplerince kullanılıp atılmalarına, adaletsizliğe ve ataerkil düzene odaklanılıyor. İki öykü arasında en az yüz elli yıllık bir zaman farkı var ama kadınların yaşamları iki öyküde de benzer. Grace de, June da aynı şeyleri yaşıyorlar. Şüphesiz, Grace daha özgür, 1800’lerde belirsiz gelecekteki gibi katı kurallar yok, June’un yaşamı bizim olduğu kadar Grace için de bir distopya. Gene de iki kadın da kendi toplumlarında ve dönemlerinde hayatlarını, gençliklerini yaşayamıyorlar. June eşinden ve çocuğundan devlet zoruyla ayrılıyor, bir aileye verilip hizmetçi oluyor, belli günlerde komutanın (ev sahibinin) tecavüzüne (devlet zoruyla ilişki) uğruyor, belli ritüelleri tekrarlayarak, kimseye güvenemeden, insani faaliyetlere giremeden gündelik yaşantısına devam ediyor. Grace de her gün ev sahiplerine hizmet ediyor, bir ara ev sahibinin oğlunun tacizine uğruyor, başta iyi anlaştığı, statü olarak kendisinden farkı olmayan Nancy’nin (Paquin) nazını çekiyor. İki dizide de erkeklerin tacizleri-tecavüzleri mühim bir noktada. Alias Grace‘de uşak McDermott’tan gardiyanlara, Grace’in önceki işindeki ev sahibinin oğlundan Grace’in babasına ve akıl hastahanesindeki sadist doktora dek pek çok erkeğin Grace’e tacizleri işlenir. Hayat iki kadın için de cehennemden farksız. June için sistem değişip kadınlar haklarını yitirdiklerinde, Grace için yargılanıp suçlu bulunduğunda hayat daha da zorlaşıyor.

Alias Grace‘in ilk dört bölümünde Grace’in gündelik yaşamına ve hapisteki türlü işkencelerine kronoloji bozulmadan değiniliyor. Grace’in gerçekten suçlu olup olmadığına ise son bölümlerde değiniliyor. Grace’in suçu ya da suçsuzluğuna dair gizem dizinin son anına kadar başarıyla korunuyor. Dizinin başarılarından bir tanesiyse her şeyi cevaplamaya, tüm sorulara tatmin edici cevaplar vermeye yeltenmemesi, zira Grace’le ilgili bazı sorular yanıtsız kalmıştı. Öte yandan Grace’in yaşamı anlatılırken hiç acele edilmiyor, finale doludizgin ilerlenmiyor. Tam tersi kurban ya da suçlu olup olmadığını merak ettiğimiz Grace’in hayatındaki pek çok şeye yer veriliyor; onun mutlu olduğu, gelecek adına heyecanlandığı anlar da yansıtılıyor. Grace’in 30 yıldan fazla bir dönemine odaklanılsa da dizinin odağı şaşmıyor, bu 30 yıl gayet iyi bir şekilde işleniyor.

Gadon, Grace rolünde döktürüyor, kariyerinin en iyi performansını ortaya koyuyor. Aktrisin görünmediği sahnelerin sayısı fazla değil. Altı bölümü baştan sona taşıyabiliyor, karakterin her türlü ruh halinin hakkını veriyor. Gadon’a son filmlerinde rol verip onu ünlendiren usta yönetmen David Cronenberg de birkaç sahnede gözüküp kayboluyor. Chuck dizisinden hatırlayabileceğimiz Zachary Levi de kısa bir süre görünüyor. Alias Grace iyi yazılmış ve yönetilmiş bir dizi. Polley ve yönetmen Mary Harron (altı bölümü de tek başına çekti) dönemin hakkını vermişler. Dizi, ABD’de çok övülen, konuşulan The Handmaiden’s Tale kadar iyi bir dizi, hatta ondan daha sürükleyici. Ama pek konuşulmuyor. Belki Netflix’te yayınlandığında ilgiyi çeker. Bu arada dizinin Netflix’teki yayın tarihi olan 3 kasım aynı zamanda Grace’in duruşmalarının başladığı tarih.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın