Bir gece benim biricik annemle izledik onun filmini. Rüyalarımın erkeği değil rüyalarımın yönetmeni!
Benim annem oldukça naif, çiçeklerini sulayan, bize kısırlar yapan süper bir annedir. Bir akşam onun kanına girmek istedim. Anneme sinemayla ilgili, yönetmenlerle ilgili bir sürü şey anlattım; bir sürü kitaptan bir ton paragraf okudum anneciğime. Bir zamanlar da ona Griffith’in Intolerance: Love’s Struggle Throughout the Ages (Hoşgörüsüzlük) filmini izletmiştim ve şaşılacak bir şekilde buna tahammül etmişti. Ben bir deliydim onun için. Biraz Anadolulu, biraz modern, biraz çılgın, biraz muhazakar bir deli. Ben bir şekilde annemin damarlarına sinemayı işlemeyi başardım, hatta en sevdiği filmin Lars Von Trier’in “Antichrist” olduğuna karar verdik. Annem filmin başından sonuna kadar hüngür hüngür ağladı, ben de ona baktım şaşkınca.
Sonra annemi benim rüyalarımın yönetmeni ile tanıştırdım. Tencerenin yanık kenarın da patırdayan patlamış mısırımızı aldık ve başladık izlemeye. Volver: Bir Pedro Almodóvar filmi. Ben bu filmi annemden önce izlemiştim fakat amacım Pedro Almodóvar’la ilgili Anadolulu fikirler edinmekti. Bu fikirleri öğrenmek için süper bir plan yaptım ve elbette annem bu fikrime hayır demedi. Her hafta salı günlerini Almodóvar günü ilan ettim; annem de bu plana çok iyi hazırlandı. Salı günleri yemek her zamanki saatinden erken yendi, bulaşıklar hemen yıkandı, çay demlendi, mısır patlatıldı. Annem heyecanlıydı. Volver’den sonra “Hable Con ella” filmini izlemeye koyulduk. Annemin hali ruhumu saran sinema aşkını daha da ateşledi. Ben doğru şeye âşıktım. Annem filme tüm ruhunu koydu ve bir anda “Lydia” olduğunu fark ettim. Komada kaldı annem film bitene kadar. Patlamış mısıra dokunmadı, en sevdiği kaçak çaydan yudumlamadı. Ağlamaması gerektiğine düşünerek ağlamadı filmin sonuna kadar. Sonunda ne olacak diye de sormadı; sabırla izledi filmi. Kırılmıştı sanki hayata, aşk’a kırılmıştı sanki ama bana çaktırmadı. Ses’in, iletişimin, kalbin bir kez daha ne kadar yüceldiğini gördüm annemin gözlerinde. Farklı hayatların bir anda nasıl aynı çizgiye geldiğini, çekilmiş olan ruhun nasıl çağrıldığını anlatan bu başyapıt annemin kalbinde sarsılmaz bir yere sahip oldu.
Film bitti, annem kendini bırakmak zorunda kalmıştı, kıpkırmızı burunla “ödül almış mı kızım bu film?” diye sordu ve “Ben çok sevdim bu adamı” dedi, “her filminde farklı hikâye, hiçbir şey birbirine benzemiyor. Bir sürü kadın var hayatında bu adamın, ama hiçbirini sevmemiş sanki sadece kameraya kaydetmiş” dedi. Şaşkındım bir de gururlu. Neden bilmiyorum ama annemin bu tespitini hiç sorgulamadan kabul ettim. Sonra sırasıyla La mala educación, Los abrazos rotos, Todo sobre mi madre, Carne trémula, Tacones lejanos, Mujeres al borde de un ataque de nervios, ve son olarak da Átame!… Annem tüm bu filmleri asla hayır demeden izledi. Annemin beni en çok etkileyen tespiti ise “üzerinde düşünmek” oldu. Evet, bu adam insanı düşündürüyordu. Başkahraman senken bir anda filmden çıkıp izleyici oluyorsun. İnsanın karmaşık ve bir o kadar yalın durumu Almodóvar’da unutulmaz bir destana dönüşüyor.
Annemi Almodóvar’ın son filmi La piel que habito filmine hazırlamak için Átame! filmini en son izlettim. Banderas’ı görünce daha bir heyecanlandı ama önemsemedim o hep heyecanlıydı benim için. Merak ediyordum Banderas’ı gördüğünde ne diyecekti? Filmin vizyona girmesinden hemen sonra anneme müjdeli haberi verdim. Çünkü annem merak içindeydi “Hala yeni film çekmedi mi?” diye sürekli soruyordu. “Çekti anne az kaldı, vizyona girdiğinde bu kez sinema izleyeceğiz” dedim. Yağmurlu ve ılık bir İstanbul akşamında iyi bir sinemaya gittik annemle. Çok mutlu, heyecanlı görünüyordu. Sonra yüzü değişti birdenbire. Biletler nasırlı ellerinde ufacık kalmıştı; biletleri sıkıyordu avuçlarında. “Ne oldu anne?” diye sordum “Bilmiyorum kızım böyle içim sıkışıyor sanki ben bu adamın filmlerini izleyince, bütün bedenim beynim boşalıyor. Yeni bir kapı açılıyor sanki kafamda o yüzden böyle heyecanlanıyorum” dedi. Belki de ben çok abartıyorum bu durumu ama Yeşilçam filmleriyle sınırlı bir kadın Almodóvar’ı izleyip katharsis yaşıyordu.
Salona girdik, annem ellerini bacaklarının arasında sıkıştırmış heyecanla reklamların bitmesini bekliyordu: “Televizyon gibi olmuş kızım sinema da ne çok reklam veriyor.” diye eğilip fısıldadı kulağıma. Film tüm görkemiyle başladı perdede. Annemin yüzünde duran Almodóvar’ı görmek çok keyif vericiydi. Annem Banderas’ı her gördüğünde dürttü beni. Meğerse annemin en yakışıklı bulduğu oyuncuymuş da ben bilmiyormuşum. “Bağla Beni” filmindeki tepkilerinden anlamalıydım. Çok pişmandım. Film arasında annem filmin verdiği gerginlikten ve heyecanından iki şişe su içti. “Çok seviyorum ben o adamı ama adını bilmiyorum bir tane filmini izledik ya seninle bir de bir filmini daha izlemiştim onun gitar çalıyordu filmde güzelce koca göğüslü bir kadınla oynuyordu esmer.” Desperado. Ah anne sen neler de izlemişsin haberim yok benim. Yeniden doluyordu film annemin yüzüne. Filmin sonuna kadar annem bacaklarının arasında tuttu ellerini, bir ara eline dokundum buz gibiydi. Evet, annem seviyordu Almodóvar sinemasını. Film bitti…
Annem Banderas’a ve Almodóvar’a bir kez daha âşık oldu tıpkı benim gibi. Uzun otobüs yolculuğunda annemle filmin kritiğini yaptık, sonuç: Dr. Legard’ın donuk bakışı, intikam içgüdüsü, mesafeli baba takıntılı doktor duruşunu çok sevdik ve korktuk bu durumdan. Almodóvar’ın sekans sekans yayılmış estetiğine, damarlara değen hikâyesine, plastik cerrahiye postmodern yaklaşımına hayran olduk.
Annem hala filmi düşünüp ellerini bacaklarının arasında sokuyor, elleri buz gibi oluyor…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.