“Her filmin temel hedefi eğlendirmek olsa da, benim inandığım film türü bir adım daha ileri gitmeli. Seyirciyi kendi vicdanının farklı boyutlarını test etmeye zorlamalı. Düşünceyi harekete geçirmeli…” SIDNEY LUMET
Sidney Lumet, 1924’te sanılanın aksine New York’ta değil, Philadelphia’da Eugenia Wermus ve Baruch Lumet’nin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi ve babasının tiyatro oyuncuları olması sayesinde çok küçük yaşta kendisini sahnede buldu. Daha 15 yaşında epik film One Third of a Nation’da rol aldı. Broadway’de sahneye çıktı. İkinci Dünya Savaşı’nda Burma ve Hindistan’da görev yaptı. Savaşın ardından 1950’de CBS’te yönetmen yardımcısı olarak görev yapmaya başladı. Tiyatro oyunlarını sinemaya başarıyla uyarlamasıyla dikkat çekti. Farklı hikayelerin peşinde olduğunu 1920’de yanlış suçlamalarla öldürülen Sacco ve Vanzetti’nin öyküsünü filme alarak gösterdi.
TV’deki başarısı ilk filmi 12 Angry Men’de zamanının en iyi karakter oyuncularıyla, Henry Fonda ve Martin Balsam’ı kapalı bir odada bir araya getirme şansını sağladı. Bir genç hakkındaki cinayet davasının görüşüldüğü jüri odasından çıkan sonuç muazzamdı. Lumet sinema yaşamına bir klasikle başladı.
(Filmden aktaracağımız görüntü son kararın verildiği anlar olduğu için izlemediyseniz oynat düğmesine basmayın.)
1957’de çektiği 12 Angry Men’in ardından yine televizyon işleri geldi. Büyük bir tempoyla çalışıyordu. Bu arada yine Henry Fonda ile Stage Struck’ı çekti. Christopher Plummer, ilk kez bu filmle kamera karşısına çıkıyordu. 1959’da Sophia Loren ile That Kind of Woman’ı çekti. 1960’ta ise yine sinema tarihine yön veren filmlerden birinde kamera arkasındaydı.
Tennesee Williams’ın öyküsünden yine kendisi tarafından uyarlanan senaryoda Marlon Brando, Anna Magnani, Joanne Woodward tüm yeteneklerini gösterdiler. Lumet, The Fugitive Kind’ın her sahnesinde giderek gelişen becerilerini gösterdi.
The Fugitive Kind TV dizilerini bırakıp sinemaya odaklanması için şans yarattı. “Vu Du Pont”da (A View From The Bridge) Arthur Miller’ın oyununu başarıyla sinemaya uyarladı. Long Day’s Journey Into Night’ta ise Eugene O’Neill’in otobiyografik oyununu Katharine Hepburn’la çekti.
1964’te aynı yıl içinde iki büyük sinema klasiğine imza atmayı başardı. The Pawnbroker’da Rod Steiger’ın canlandırdığı Sol Nazerman karakterini ele alışıyla, eşsiz kamera kullanımıyla, her sinema öğrencisinin izlemesi ve feyzalması gereken bir film yarattı.
Aynı yıl içinde nükleer savaşı anlatan Fail-Safe’le bir klasik daha yarattı. Son sahnelerini izleyeceğiniz filmdeki bombayı ve patlamayı göstermeden nükleer bir patlamayı anlatabilmesi yine tarihe geçen sahnelerden biridir.
Ardından 1965’te Sean Connery ile çalıştığı The Hill’e sıra geldi. Filmden aldığımız bölümdeki kamera açıları, yüz kesitleri ve karakterleri aktarmasına dikkat edin lütfen…
The Group, The Deadly Affair, Bye Bye Braverman, The Seagull, The Appointment, The Last of the Mobile Hot Shots, The Anderson Tapes, The Offence ve Child’s Play’le “gişede en başarılı bağımsız yönetmen” olarak anılmaya başladı. 1972’de ise Serpico geldi. Filmden ve Al Pacino’dan uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Filmin her sahnesi Al Pacino’nun yeteneklerini sergilediği, Lumet’nin tüm ağırlığını hissettirdiği sekanslar haline geldi ve büyük bir başyapıt oluşturdu.
Serpico’nun ardından Murder on Orient Express geldi. Lumet, Ingrid Bergman başta olmak üzere 20’ye yakın usta oyuncuyu büyük bir beceriyle yönetti ve en iyi Agatha Christie uyarlamalarından birini ortaya çıkardı.
1975’de sırada bir başka klasik Dog Day Afternoon vardı. Al Pacino’nun yanına bu sefer John Cazale de eklendi. Lumet, Pacino ve Cazale arasında ilk iki Godfather filminde kurulan büyülü kimyayı çok iyi kullandı.
Ve sıra Network’e geldi. Lumet’i anlatmaya çalıştığım yazının tam burasında cama çıkarak şöyle bağırmak istiyorum: “I’m as mad as hell,. and I’m not going to take this anymore!!!”
Lumet için 80’li ve 90’lı yıllar filmleriyle aktarmaya çalıştığı sosyal mesajlar için pek uygun dönemler değildi. İzleyiciler uzun teatral diyaloglardan sıkılıyor, Lumet’nin eşsiz sinema tarzı yeni Hollywood için can sıkıcı bulunuyordu. Bu dönemde biraz kendisi için çalışmaya başladı. Dustin Hoffman, Sean Connery gibi ustaların yanısıra Matthew Broderick, Andy Garcia ve Sharon Stone gibi oyuncuları da katarak filmler çekti. Bu sıralarda River Phoenix’e kısa yaşamının en iyi filmini armağan etti. Paul Newman’la ustalık döneminin en iyi filmlerinden birini ortaya çıkardı.
2000’li yıllara girildiğinde 80 yaşını aşan Lumet, iki üç TV işi ve iki de film çekti. TV için çektiği Strip Search’le 11 Eylül sonrası paranoyalara sert bir eleştiri getirdi.
Lenf kanseriyle uğraşırken çektiği son filmi Before The Devil Knows You’re Dead’le eski günlerini hatırlattı ve eşsiz bir veda mesajı yayınlamış oldu.
Onun sinema yaşamını anlatırken iki filmden özellikle bahsetmedik. Michael Jackson’lı Oz Büyücüsü uyarlaması The Wiz ve Daniel. Lumet, bir süperstarla tüm hedefi gişe olan The Wiz gibi bir filme tüm ustalığını katarken, komunist oldukları nedeniyle asılan Rosenberglerin hikayesine değindiği Daniel’i de çekebilen ve ikisinde de ayrı sosyal mesajları başarıyla verebilen bir daha benzeri gelmeyecek bir yönetmendi.
ÖLÜMÜNÜN ARKASINDAN SÖYLENENLER
Onun devamlı dahiyane filmler ortaya çıkarmasını ve dünyanın en iyi oyuncularının onun elinde yaşamlarının en iyi performanslarını sergilemesini hayatım boyunca şaşırarak izledim. WOODY ALLEN
Onun ölümüyle bir dönem sona erdi. MARTIN SCORSESE
Aktörlerle çalışmaktan ve onları yönetmekten büyük bir zevk alıyordu. PHILIP SEYMOUR-HOFFMAN
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.