60’ların tüm dünyada ne anlama geldiğini, politikayla biraz bile ilgilenen herkes bilir. 68 baharıyla zirve noktasını yaşayan 10 yıl, işçiler ve gençler başta olmak üzere farklı sosyal grupların, dünyadaki büyük değişimi tetiklediği yeni bir dönem olarak öne çıkar. 60’ların gençleri ve işçileri imkansızı ister, savaşları durdurur, farklı gruplar dayanışma içinde belirli amaçlar için bir araya gelir, sanat biçimleri radikal değişikliklere uğrar. Milyonlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan dünya savaşlarının ardından yitirilen umutlar yeniden yeşerir.
Hikayenin sonunu bilmiyor olsak, ardından 80’leri, 90’ları, 2000’leri yaşamamış olsak, 60’lar mutlu sonla biten bir filmin ilk sahneleri gibi gelecekti bize… 60’larda yeşeren umutların, yükselen özgürlük çığlıklarının nasıl 80’lerdeki Thatcherizm, Reaganism’e döndüğünün, vahşi kapitalizmin, tüketim çılgınlığının nasıl kazandığının yanıtı doğal olarak aradaki 10 yılda yani 70’lerde saklı. Olivier Assayas, yarı otobiyografik filmiyle bu dönemi, 70’leri, devrim ve özgürlüğün ölümünü resmetmiş.
Film, tanıdığımız, bildiğimiz 68 ruhundan kesitlerle başlıyor. Liseli gençlerimizi polisle çatışırken görüyoruz. İnen coplarla, atılan gaz bombalarıyla ülkemizde de çok alıştığımız klasik sahneleri izliyoruz. Dönemin olaylarıyla eşleştirildiğinde (Fransa’nın özel polis güçlerinin terör estirmesi ve buna karşı yapılan eylemler) 1971 yılında olduğumuzu anlıyoruz. İlk dikkat çeken, herkes ayrı yere kaçtığı, polise birlikte karşı konulmadığı için darmadağın olan eylemin başarısızlığı oluyor. Hemen bir sonraki sahnede ise başarısızlığın nedenleri net bir şekilde ortaya konuluyor. Eylemden sonra bir araya gelen bir amfi dolusu gencin hemen hepsinin ayrı fraksiyonlara üye olduğu, maoizm, troçkizm, leninizm, marksizm, anarşizm, vs. derken nasıl bölündüklerini izliyoruz. Üzerinde uzlaştıkları tek konu, eylemde ağır yaralanan apolitik genç hakkında yapılan “Apolitikse haketti o zaman” esprisine atılan kahkaha oluyor.
Assayas, ardından kamerasını teker teker gençlerin yaşamlarına çeviriyor. Hepsinin ideallerini, sanatçı yönlerini, aşklarını, henüz tam oluşmamış politik görüşlerini ve gelecek kaygılarını izliyoruz. 60’larla kazandıkları özgürlükleri nasıl kullandıklarını, günlük yaşamlarına nasıl taşıdıklarına tanık oluyoruz. İzleyici olarak yaratma cesaretlerine, sanat eserlerine oluşan sempatimiz giderek hayal kırıklığına dönüşüyor. Grubumuz birbirlerinin ortaya koyduğu eserleri beğenmeyen, hemen her sanat dalının önemli ustalarına laf eden, ergen ruhları ve egoları ağır basan gençlere dönüşüyor. Ortaya koydukları eserler çarpıcı olsa da yapıtlarının kolektif bir sanat hareketine dönüşme şansı kalmıyor. Annelerinin-babalarının koyduğu hedeflerden, kurallardan 60’lar sayesinde kurtulan gençlerin, kendilerine yeni hedefler koyamamasını, ölü yaprak gibi savrulmalarını izlemeye başlıyoruz. Gençlerle empati kurduğumuzda sadece politika değil, cinsellik, sosyal ilişkiler ve diğer tüm konularda sınırsız bir özgürlüğe sahip olduklarını ve böylesine bir özgürlüğe sahip olan ilk kuşak olmanın beceriksizliklerini yaşadıklarını görüyoruz. Ağabeylerinin ortaya koyduğu mücadeleler sonucunda elde edilen hakları biraz daha bireysel şekilde algılamaları, toplumsal mücadeleden uzaklaşmalarına neden oluyor.
Assayas, hikayenin ana hatlarını oluştururken kendi yaşamından esinlenmiş. Filmin baş karakteri Gilles’ın babası bir TV yöneticisi, Assayas da benzer bir ailenin mensubu olarak büyümüş. Kendisi de Gilles gibi gençliğinde farklı fraksiyonlarda politika yapmış. Assayas’ın bu içeriden bakışını filmin küçük ayrıntılarında fark ediyoruz.
Filmin ilk bölümünde fraksiyonlara bölünmek ve elde ettikleri özgürlük konusunda ne yapacaklarını bilememek olarak ortaya çıkan sorunlar ilerleyen bölümlerde giderek büyüyor. Grubumuzun yine plansız ve intikam amacıyla yaptıkları molotoflu eylem, bir güvenlik görevlisinin komaya girmesiyle sonuçlanıyor. Eylemi yapan üç arkadaş, yaralama olayında payı olmamasına rağmen suçlamalarla karşı karşıya kalan arkadaşları Jean Pierre’i de geride bırakarak Avrupa’nın farklı kentlerine dağılıyorlar.
Bu kentlerde tanıştıkları yeni sol gruplarda aynı organizasyon eksikliğini, kafa karışıklığını ve uyuşturucuların da ağır etkisiyle yaşanan çözülmeyi izliyoruz. Gilles’ın dünyanın dört bir tarafına gidip, işçilerin izlemesi için belgesel çekimleri yapan daha deneyimli bir grubu eleştirmesi, filmlerin amacından çok biçimine takılması, solun toplumdan nasıl uzaklaştığını gösteren küçük bir örnek olarak ortaya çıkıyor.
Assayas, 1970’leri estetize görüntülerle, dönemin müziklerini çok başarılı bir şekilde kullanarak anlatıyor. Büyük bir coşku ve eylemlerle başlayan filmin ilerleyen bölümlerinde tempo düşüyor. Bu tempo düşüklüğü büyük ölçüde yönetmenin seçimi. Assayas, hayatlarını izlediğimiz karakterlerin giderek sıradan gençlere dönüşümünü anlatmak için bu yolu seçmiş.
Diğer karakterler birer birer ayrıldıkça sadece Gilles’ın hikayesiyle başbaşa kalıyoruz. Baş karakterimiz, filmin sonuna doğru, ideallerini birer birer terk ediyor, özgürlük arayışını politik görüşlerinin tamamen dışında bir yerde bitiriyor. Assayas bir gencin büyüme hikayesi üzerinden 60’ların ruhunun niye gelecek kuşaklara taşınamadığını anlatıyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.