“Bana bir filmin tam bir ekip çalışması olmadığını söyleyen, aptalın tekidir. Önemli olan, ekibinize kimleri alacağınızdır.” Stanley Donen

Not: Bu yazı The Wrestler ve Black Swan’la ilgili sürprizbozan [spoiler] içerir.
Roma İmparatorluğu dönemi. Şimdilerin beyin yıkama aracı televizyondur (ve daha bir çok şeydir ama bana göre önce televizyondur). O zamanlar tv yoktu tabi. Ama bir şey vardı: O da gladyatörlük. Halk, arena denen stadyumlara gelirdi. Şeref tribününde soylu kişiler oturur. Gladyatörlük, televizyon gibiydi. Tabi tv kötü değil ama beyin yıkamak, halkı uyutmak için en etkili yollardan bir tanesidir. Konuyu dağıtmayayım. Halk arenaya gelir ve bekler. Ardından gladyatörler çıkarlar ve kıyasıya dövüşürler. Burada Game of Thrones’tan apartıp söylersek ya hayatta kalırsın, ya ölürsün. Hayatta kalman için de öldürmen gerekir. Halk kana susamış bireylerden(!) oluşuyor. Yenik düşen gladyatörün infazı baş parmaklarına bakar. O parmak yeri gösterdiğinde yenik düşen hayatını kaybeder. Halkı uyutmanın, başka şeylerle uğraştırmanın bir yoluydu gladyatörlük.
Ve geliyoruz The Wrestler’a ve Amerikan güreşçiliğine. Aradan yüzyıllar geçmiştir. Artık Roma İmparatorluğu, gladyatörlük, arena, aslanlar yoktur. Ama halk ne yazık ki aynı kalmıştır. Değişen bir şey yoktur. Halk hala kanı, ölümü arzulamaktadır. Amerikan güreşçiliği de onlara istediklerini (bolca kan, dövüş, yaralanma) vermektedir. Ölüm yoktur ne yazık ki(!!!). Bir zamanlar Flash tv’de de yayınlanan bu güreşler, gladyatörlüğün şekil değiştirmiş halidir. Güreşçiler halkı tatmin etmek amacıyla birbirlerine olabildiğince zarar vermeye çalışırlar. Kafaya sandalye indirme, vücuda zımba basma, yüze böcek ilacı püskürtme, izleyiciler “sahnedekiler bir oyundur”u çakmasınlar diye vücuda olabildiğince zarar verme ve onlarca şey yaşanıyor bu ringlerde. Darren Aronofksy en sağlam yapımlarından The Wrestler ile bizleri bu ringe ve ringin arkasına götürüyor.
The Wrestler başladığında bizlere efsane güreşçi Randy anlatılır. Arkada Randy ringe çıkmadan önce spikerin halkı gaza getirmek için söylediği sözler yer almıştır. Görüntülerdeyse dönemin gazete ve dergilerinden haberler yer almaktadır. Randy’nin ne kadar başarılı ve efsane olduğunu belirtirler. Ardından 20 yıl sonrasına geçeriz. Randy’nin film boyunca ki durumu üzücüdür. İyi işitemiyor. Çok ama çok yorgun. Para kazanamıyor. Bu yüzden kirasını ödeyemiyor ve dışarıda kalıyor. Kızını terk etmiş ve onu hiç aramamıştır. Ama en önemlisi artık yorgundur. Seyircileri eğlendirmekten bıkmış gibidir, yaşlanmıştır. Ayrıca dönemin çok uzağında kalmıştır. Ruhen hala “Randy, Randy, Randy” diye bağırılan, efsane olduğu dönemde yaşamaktadır. Nintendo’da bir çocukla oyun oynarken çocuk ona “Call of Duty 4 müthiş bir oyun” der. Ama Randy bu oyunu değil oynamak duymamıştır bile. Yani dönemin çok gerisindedir. Döneme ayak uyduramamıştır. Bir gün yaşlanacağını, artık güreşemeyecek duruma geleceğini hesap etmemiştir gençliğinde. Kendine bir iş bulmamış, köşede birazcık para bırakmamıştır. Önünde sonunda gerçekleşecek olan gerçekleşir: Randy yaşlanır ve efsane olduğu zamanlar geçmişte kalır.
Daha sonra Aronofsky bizlere bir başka “kaybeden”i tanıtır: Pam/Cassidy. Cassidy bir gece kulübünde striptizci olarak çalışmaktadır. Ama yaşlandığı için artık pek arzulanmamaktadır/tercih edilmemektedir. Aronofsky, Cassidy’i striptiz yaparken gösterdiğinde artık bir kaybedene dönüştüğünü görürüz. Masalarına gittiği gençlerce aşağılanır. Bir kişinin yanına gidip ona onun için dans etmesini isteyip istemediğini sorduğunda hep “hayır” cevabını alır. Tek başına striptiz yaparken kimse ona bakmaz. Yani kısacası şöhretini yitirmiştir. Tıpkı Randy gibi. Randy, onu çok iyi anlamaktadır. O yüzden masasına sadece Cassidy’i çağırır. İkisi de kaybedendir. Randy, ringdeki fırtınalı günlerinden çok uzaktadır. Cassidy de striptizdeki günlerinden. İkisi de etlerini insanların “zevk” alması için kullanmaktadırlar. Güreşleri seyredenler güreşçilerin etlerine (yani vücutlarına) bir şeyler batırılmasını (zımba gibi), etlerden şırıl şırıl kanın akmasını büyük bir iştahla beklerler. Gece kulübünde striptizcileri seyredenler striptizcilerden göğüslerini, kalçalarını, yani etlerini (vücutlarını) teşhir etmelerini büyük bir iştahla beklerler. Aronofsky ilk bakışta birbirlerinden çok farklı olan bu iki işin aslında birbirlerine ne kadar benzer olduklarını Randy ve Cassidy üzerinden bizlere gösterir.
Randy yaşlanmıştır. Bir gün soyunma odasındayken bayılır. Uyandığında ameliyat olduğunu öğrenir. Doktor, ona güreşçiliği bırakmasını söyler. Bu konuşmalardan sonra Randy kendisini çok yoran mesleğinden bir süreliğine uzaklaşmaya çalışır. Bir tanıdığı sayesinde kendisine işler bulur. Yıllar önce terk ettiği kızının yanına gider. En sonunda kızıyla barışır ve kızı onu affedecek duruma gelir. Cumartesi günü tekrar buluşmak için sözleşirler. Randy, Cassidy’le (gerçek adının Pam olduğunu öğrenir bu sıralarda) buluşma ayarlar. Beraber bira içerlerken dayanamaz ve onu öper. Pam, bunu yapmaması gerektiğini belirterek oradan uzaklaşır. Sevdiği kadın tarafından reddedilir. Ardından bir fahişeyle yatar, karavana döner ve uyur. Uyandığında kızıyla randevuyu unuttuğunu hatırlar. Kızı, onu doğal olarak affetmez. Kızının cephesinden de yenik ayrılmıştır. İşe gider. Şarküteride çalışırken onu tanıyan birisi çıkar ve ona hiç unutmadığı şeyi hatırlatır: Zirveden ne kadar uzaklaştığını, bir zamanların efsanesinin artık şarküteride bir kaç dolar için çalıştığını. Elini keser, küfreder ve istifa eder. Her cephede mağlup olmuştur. Kızıyla ilişkisini ahmaklığı yüzünden düzeltememiştir. Pam tarafından da reddedilmiştir. Güreşçilik dışındaki işlerde hep başarısız olmuştur. Çocuklarla ilişkisi sıfırdır. Dönem değiştiğinden onlarla iletişim kuramamaktadır. Bir efsaneden, artık sadece imza dağıtan (bir an var ki çok üzücüdür. Bütün önemli güreşçiler imza dağıtmak için toplanırlar ama kimse gelmez. Unutulmuşlardır) ve efsaneliğinin ekmeğini yiyen bir adama dönüşmüştür. Kalbi de ona karşı çıkmıştır. Onca uyuşturucu, enerji içeceği, kimyasallar vb.den sonra kalbi de doğal olarak ona sırt çevirmiştir. Tekrar maça çıkmaya karar verir. Pam onu durdurmaya çalışır: “Benim canımı acıtan bu ringler değil, bu ringlerin dışarısıdır” diyerek hayata ne kadar yabancılaştığını ve yalnızlaştığını ifade eder. Sonrası dramatiktir. İçinde biriktirdiklerini mikrofonla seyircilere döker. Ama seyirciler bu duygusal konuşmadan etkilenmezler. Kuduz köpekler gibi kanların akmasını ve etlerin parçalanmasını isterler. Randy en sonunda ölüm atlayışını yapar.
Evet, son derece etkileyici bir filmdi The Wrestler. Zamanın hızla geçip gitmesine bir ağıt yakılır bu filmde. Efsaneliğin bu kadar kısa süreli oluşuna da, gerçek hayatın zorluğuna da… Aronofsky, Hollywood’un varlığını hala kanıtlamaya çalıştığı Amerikan rüyasını parçalar bu bağımsız epik filminde. Mickey Rourke, Randy’le bütünleşir. Rourke’un da uyuşturucuya bulaşıp bir dönem film çekemez duruma geldiğini düşünürsek rol için ne kadar başarılı bir seçim olduğunu görürüz. Gerçekte de bir dönem bir kaybedene dönüşen Rourke bir kaybedeni çok sağlam bir şekilde kotarmıştır. Marisa Tomei de Rourke’un gölgesinde kalmaz ve etkileyici bir performansla filmi daha da önemli hale getirir. Clint Mansell gene etkileyici müzikler bestelemiştir dostu Aronofsky için.
Aronofsky, The Wrestler epey alkış, olumlu eleştiri, adaylıklar ve ödüller toplamıştı. The Wrestler, AFI Film Festivali’nce “yılın filmi” seçilmişti. En iyi erkek oyuncu ve yardımcı kadın oyuncu dallarında Oscar adaylığı, BAFTA adaylıkları (Rourke BAFTA’yı kazanmıştı), Altın Küre adaylıkları (Rourke Küre’yi kazanmıştı) aldı Rourke ve Tomei ikilisi. Aronofsky, İtalya’nın en önemli ödül töreni David di Donatello ödülüne de aday gösterilmişti. Ama en önemlisi yönetmen Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan’la ayrılmayı başarmıştı. 6 milyon dolarlık bütçesine karşılık toplamda 44 milyon dolar kazandırtmıştı yapımcılara. Bu kadar başarı ve övgüden sonra Aronofsky’nin ne çekeceği epey merak edilmişti. Benzer bir film çekerek şaşırtmadı bizleri Aronofsky. Bu kez balenin güçlüğüne çevirdi kamerasını: Black Swan…
Black Swan, bazı taraflarıyla The Wrestler’a epey benziyor, bazı taraflarıyla keskin bir şekilde o filmden ayrılıyor. Artık bale kariyerinin sonuna gelen ve bunu kabullenemeyen bir karakterin hikayeye dahil edilmesiyle film The Wrestler’a göz kırpıyor. Beth, bir dönemin önemli balerinlerindendir. Balenin koreografı Thomas’nın da bir dönem vazgeçilmeziydi, sevgilisiydi. Zaman hızla akmış, Beth yaşlanmış ve Thomas ondan sıkılmıştır. Beth artık bir köşeye atılmış olmasına katlanamaz. Aronofsky bu filminde de kariyeri biten bir karaktere yer vererek bu tür karakterleri/kişileri önemsediğini ortaya koymuş oldu. Bu karakter için yaptığı oyuncu seçimiyse zekice olduğu kadar kurnazcadır. Randy rolü için Fox stüdyosu Nicolas Cage için ısrar etse de Aronofsky, Rourke’u tercih etmişti. Çünkü o da bir kaybedendi. Bu filmde de Beth karakteri için gene bir kaybedene dönüşen Winona Ryder’ı seçti. Winona Ryder’a değinmek gerek. 80’ler ve 90’ların en önemli oyuncularındandı. Tim Burton’la Beetle Juice ve Edward Scissorhands’te, Martin Scorsese’yle Age of Innocence’ta, Francis Ford Coppola’yla Dracula’da, James Mangold’la Girl, Interrupted’ta, Woody Allen’la Celebrity’de, Jean-Pierrre Jeunet’yle Alien 4’da çalıştı. Saygı duyulan epey yönetmenle çalışma fırsatını yakalamıştı. Johnny Depp’in sevgilisiydi. Popülerdi. Lakin milenyuma girdiğimizde yavaş yavaş piyasadan silinmeye başladı. Nedenini bilemiyorum ama çok yetenekli bir oyuncu olan Ryder’ın 29 yaşındayken şanssızlığı tuttu. Ardı ardına kötü işlerde, basit yönetmenlerle çalıştı. Silinmişti, kaybedene dönüşmüştü. Bunu bilen Aronofsky de bu kaybeden rolünü ona teslim etti. Beth, tıpkı Cassidy gibi bir kaybeden. Artık o eski ışıltılı günlerin çok uzağında ve eski sevgilisi tarafından emekliye ayırtılıyor.
Gelelim diğer benzerliklere. Aronofsky gene yalnızlığa değindi bu filminde. The Wrestler’da güreşçimiz Randy’nin arkadaşı yoktu. Güreşçilerle takılıyordu ama sadece takılıyordu. Onlarla dost falan değildi. Kimsesi yoktu onun. Zaten bu yüzden kızıyla görüşmeye başlamıştı. Black Swan’da Nina sadece yalnız değildi. Aynı zamanda asosyaldi, şizofrendi, yetişkin olmasına rağmen bir çocuktu. Evden bale salonuna, bale salonundan eve bir hayatı vardı. İki filmin finali de aynıydı. Randy bütün çabalarına rağmen hayatla baş edemiyordu. En sonunda ölüm atlayışını gerçekleştirmişti. Nina kendisini “yanlışlıkla” (!) bıçakladı ama bale dansına devam etmek zorundaydı. Balenin sonuna doğru kendisini yatağa attı. Bir tür ölüm atlayışıydı bu. Aronofsky bu iki sahneyi benzer açılarla çekmişti. Sonuçta Aronofsky’nin üç yılda çektiği bu iki film birbirlerine hayli benziyorlar ve birbirlerinden hayli ayrılıyorlar. Ama Black Swan bir kopya değil. Başlı başına etkileyici ve özgün bir yapım.
Aronofsky bu filmiyle de kendisinden epey söz ettirdi. Film, Venedik Film Festivali’nde ilk kez yarışma dışı olarak gösterildi ve epey beğenildi. AFI 2008’de The Wrestler’ı yılın filmi seçmişti. İki yıl aradan sonra tekrar Aronofsky’nin filmini yılın filmi seçti. Akademi Natalie Portman’a ödül, Aronofsky’e, görüntü yönetmenine, filme ve kurguya adaylık verdi. BAFTA da Portman’a ödül verdi, Aronofsky ve teknik ekibe adaylıklar yağdırdı. David di Donatello’dan Aronofsky tekrar adaylık almayı başardı. Portman, Altın Küre’yi de evine götürdü. Mila Kunis Venedik’ten genç yetenek ödülünü almayı başarmıştı. Kısacası festivallerin, eleştirmenlerin ve ödül törenlerinin gözdelerindendi Black Swan. Filmin bütçesi on üç milyon dolardı. Aronofsky bağımsız sinemanın en önemli yönetmenlerinden ve filmlerini düşük bir bütçeyle de kotarabiliyor. Black Swan on üç milyonluk bütçesine karşılık dünyada 329 milyon dolar kazandırdı yapımcılarına. Amerika’daysa dokuz küsür katını, 106 milyon dolar kazandırdı. Tabi Aronofsky’e bu ve önceki filmleri için finansal destek sağlamayanlar bu başarıdan sonra kapısına üşüştüler. Hepsini reddetti. Aronofsky tekrar 20th Century Fox stüdyosuyla çalışacak. Yeni filmi Noah adını taşıyor ve yönetmenin ilk büyük bütçeli filmi olacak.
Black Swan bu yıl izlediğim en etkileyici filmlerden bir tanesi. Natalie Portman’ın performans olarak öne çıktığını ve son yılların en etkileyici performanslarından bir tanesine imzasını attığını belirteyim. Bu performansını aşmasıysa çok zor. Kadronun diğer oyuncuları da kendilerine verilen alanlarda döktürüyorlar. Mila Kunis, Nina’nın zıttı Lily’de, Vincent Cassell Thomas’da, Barbarra Hershey despot anne rolünde oldukça iyi performanslar ortaya koyuyorlar. Winona Ryder kısa rolünde piyasadan silinmişse de yeteneğinden bir şey kaybetmediğini kanıtlıyordu. Senaryo oldukça etkileyici. Keza Clint Mansell’ın kuğu gölü balesi müziklerine getirdiği yorum da, görüntü yönetmeni Matthew Libatique’in görüntüleri de bir o kadar müthiş. Dolayısıyla usta yönetmen Stanley Donen’ın yazının başına eklediğim sözü bu filmde daha da anlam kazanıyor. Aronofsky iki filminde de ekibine kimlerini alacağı gayet iyi biliyordu ve ekibini profesyonellerden oluşturmasıyla filmlerinin değerini daha da arttırıyordu. Aronofsky, Black Swan’da şizofrenin derinliklerine dalıp buradan sağ salim çıkabilmişti. Rotasını hiç yitirmiyor. Sonuçta da çok etkileyici bir film çıkarıyor. Öncülü Repulsion (Roman Polanski, 1965) kadar olmasa da kaliteli bir yapım Black Swan.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.