Spoiler içerir…
Denis Villeneuve’ün üç yılda hazırladığı ilk bilimkurgu filmi Arrival sonunda gösterime girdi. Amy Adams, Jeremy Renner, Forest Whitaker, Michael Stuhlbarg’lı kadrosuyla merak uyandıran film binlerce kez yazıldığı gibi birden dünyamızda beliren uzaylılarla insanların ilk temaslarına odaklanıyor ve uzaylıların neden buraya geldiklerini anlatmaya çalışıyor. Fakat senarist ve yönetmen (Eric Heisserer ve Villeneuve) ikilisinin asıl amaçları uzaylılar üzerinden dramatik bir yaşama odaklanmak.
Ted Chiang’ın kısa romanı Story of Your Life‘tan uyarlanan bu film, bence söylendiği gibi başyapıt değil ama etkileyici tarafları olan bir film. Önce artılardan başlayayım. Arrival aksiyonsuz bir film. Uzaylıları konu edinen onlarca film gibi uzaylılarla insanların dakikalarca sürecek savaşlarına ya da uzaylıların Amerikayı istilasına burada yer verilmiyor. Yönetmen filmin daha ilk dakikasında oluşturduğu sakin anlatısını ve depresif atmosferini bozmuyor. Özellikle Johann Johansson’ın müzikleri ve Max Richter’ın On the Nature of Daylight adlı bestesi, Bradford Young’ın görüntü yönetmenliği bu atmosferi iyice besleyerek etkileyiciliği artırıyor. Villeneuve zaten atmosfer kurmada başarılı bir yönetmen (mesela Prisoners). Daha ilk dakikada bir ölümle oluşturduğu bu atmosferini finale kadar taşıyabilmesi filmin artıları arasında. Öte yandan şimdiki zaman ve gelecek zaman arasında gidip gelen kurgusu da başarılı. Sevgili Engin Eryiğit’in şu yazısında dediği gibi Louise’in hayat hikâyesi adeta film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçip gidiyor. Louise film boyunca henüz yaşamadığı şeyleri uzaylılar vasıtasıyla görüyor; yani aslında geleceği (kız sahibi oluşu, eşinden boşanması, kızının hastalanması ve kaçınılmaz son, kızının ölümü) gözlerinin önünden film şeridi gibi akıyor. Joe Walker kurgusuyla bunu etkileyici hale getirmeyi başarmış.
Walker’ın kurgusu merakı, heyecanı ve gizemi de çözüm bölümüne dek diri tutmayı başarıyor. Uzaylılarla ilgili filmlerde fazla önemsenmeyen dilbilimin merkezde olması, ilk teması (first contact) da yeterince önemsemesi ve devletlere “iletişimi koparmayın, diyaloğa devam edin” mesajlarının verilmesi filmin artıları arasında. Filmin finali de kimilerini etkileyebilir: Louise kızının öleceğini öğrendiğinde dilerse geleceğini değiştirebilir, Dr. Ian Donnelly’yle bir ilişkiye başlamayabilir. Ama Louise kızını erkenden kaybedeceğini bile bile Ian’la sevgili olur. Acıyı, ölümü kabullenir.
Gelelim eksilere. Öncelikle uzaylıları iyi işlediklerini düşünmüyorum. Aslında yönetmen finale dek uzaylıların neden geldiklerini, amaçlarının ne olduğunu merak ettiriyor. Ama finale gelindiğinde uzaylıların gelme nedenleri hayal kırıklığı yaratıyor. Etkileyicilikten de epey uzak, sıradan. Öte yandan Louise’in uzaylılarla insanlar arasında meydana gelebilecek bir savaşın önüne Çinli lideri arayıp eşiyle ilgili bir cümle (“Savaş kahramanlar değil, dullar ve yetimler yaratır”) söyleyerek geçmesi de filmin hayal kırıklıklarından, daha açık söylemek gerekirse saçmalıklarından bir tanesi. Amerika’nın klasik Çin alerjisi bu filmde de mevcut. Amerika sorunları dille, iletişimle halletmeye çalışırken (gerçekte olanın tersi yani) Çin vuralım, asalım, keselim havasında. Galiba Hollywood, ABD’yi övmekten, Çin ve Rusya gibi rakiplerini yermekten hiç vazgeçmeyecek.
Dediğim gibi, Çinli liderin eşinin sözlerini Louise’den duyunca savaştan vazgeçmesi, uzaylıların gelme nedenlerinin dandikliği finale kadar getirilen bir çuval incirin berbat olmasına neden oluyor. Albay’ın “Siz Farsça çevirmenliği yapmışsınız, uzaylıların dilinden de anlarsınız,” cümlesi senaristin kurduğu en kötü ve saçma cümle olabilir, belirtmeden geçmek istemedim. Öte yandan bilimkurgu ve dramının önemli taraflarından olan Louise’in kaderciliği seçişinde de sıkıntılar mevcut. Etkileyiciliği bir tarafa bırakırsak, filmin kaderciliği empoze etmesi, yani “kızın kanser yüzünden ölecek olsa bile o ilişkiye başla, kocanla çocuğunu yap, ölümden önce de, sonra da bu ölüme alış, çünkü bu senin kaderin!” mesajı epey sorunlu aslında. Daha ziyade muhafazakâr kesimlerde kendisini gösteren kadercilik anlayışının bir bilimkurgu filminde kendisine yer bulması ziyadesiyle üzücü. Finale dek bilimi önemseyen senarist finalde dramatikliği artırmak için midir nedir, kaderciliği allayıp pulluyor. Kendi ayağına sıkmış oluyor.
Özetle; Arrival atmosfer kurma açısından başarılı bir film. Amy Adams da rolünün hakkını vermeyi başarıyor. Jeremy Renner’a merkezde Louise olduğundan fazla yük binmiyor ama o da göründüğü sahnelerde iyi oynuyor. Senarist-yönetmen ikilisi finale dek öyküyü fazla dağıtmadan, sakinliğini bozmadan, atmosfere zarar vermeden geliyorlar gelmesine de finaldeki seçimleri (kadercilik, uzaylıların gelme nedeninin muğlaklığı, Çinli liderin savaştan vazgeçme nedeni) filme epey zarar veriyor. Dilbilimle fiziği yarıştırması da sorunlu. Gene de seyre değer bir film ama Villeneuve’den daha iyisini beklediğimi de inkar edemem.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.