Aşk, Tesadüfleri de Acıyı da Hüznü de Sever

Claude LeLouch’un “Talih ve Tesadüfler” filmini Elif ile ilk izlediğimizde, ağzımız açık kalmıştı… Hem aşkın tesadüflerle insanları buluşturduğunu görmüş, ama hem de bir yandan da bunun bir talih yani kader de olabileceğini düşünmüştük. Sonrasında yaşımız ve hayattaki duruşumuz da gereği, biraz hayalci, biraz plansız ve biraz da duygusal bir şekilde aşkı bekler olmuştuk:) Biz aşkı bulup, hayatlarımızı çize dururken; film endüstrisi böyle filmler çekmeye sıklıkla devam etti. Amèlie olsun, Kutup Çizgisi Aşıkları olsun, Cesaretin var mı Aşka filmi olsun, senaryo akışının gerçekliğini sorgulasak da izlemek hoşumuza gider oldu.

İşte, dün izlediğim Aşk Tesadüfleri Sever filmi de bana konusunu ve yönetmenin ağzından yapım aşamasını dinlediğimde bunları düşündürdü. Yönetmen Ömer Faruk Sorak, filmin yapımcısı ve genel koordinatörü eşi İpek Sorak ile böyle tesadüfler sonucu ilişkilerinin başladığını, çevrelerinde bu şekilde aşk yaşayan çok arkadaşlarının olduğunu ve benzer filmlere benzetme konusunda önyargılı olunmaması gerektiğini belirtiyordu röportajında. Ben de film hakkında daha fazla bir şeyler okumadan bir an önce gidip izlemek istedim. Her film başlı başına bir sanat eseri olmalıdır, benzerlikleri olsun ya da olmasın diye düşünerek…

Bir kere her şeyden önce film, belki fikrini benzer konulardan alıyor olabilir. Ama bundan çok daha insanı içine çeken orijinallikler söz konusu. Doğum sancısıyla başlamasıyla birlikte, o küçük Fiat marka olduğunu tahmin ettiğim arabayla, Ankara sokaklarının sarı-yeşil görüntüsü bile ilk dakikada beni duygulandırmaya yetti. Hem de bir Ankaralı olmayışıma karşın! Ama Ankara’ya her gittiğimde, filmde sözü geçtiği gibi, başkasının çocuğu ağlayınca bırakır gibi İstanbul’un koşturmasını bırakarak gittiğimi bilirim. Bir öyküden esinlenmiş olabilir film, ya da “bu kadar mı tesadüf olur?” dedirtebilir, ama bunlar filmi beğenmeye engel değil bence. Ankara sokaklarında, daha arabalar sokakları işgal etmemişken Turbo sakızları biriktirmenin, Pinokyo marka bisikletin tek oluşunun, teneke kutuların kıymetinin, kasetçalardaki banda kayıt yapmak için hem “play” hem “rec” tuşuna basılması gerekliliğinin karın ağrısı yarattığını unutanlar için bir hatıralar geçidi gibi sahneler izledik… Bu arada çevirmeli ve ipli eski tip fotoğraf makinelerinin filmli yapısının, şimdiki dijital fotoğraf makinelerine ve cep telefonlarının kamera görüntüsüne nasıl taş çıkardığını ve emek sarf edilen her şeyin daha güzel olduğunu da nostaljik bir tatla hatırlamış olduk.

Sinemanın, hayatı iki saatlik için durduran, zamanın akışını engelleyen bir sahneler bütünü olduğunu düşünürsek, aşkı, acısıyla tatlısıyla derinlemesine izledik diyebilirim. Belçim Bilgin de Mehmet Günsür de sanki gerçekten kendi hayatlarını oynuyormuşçasına asılmışlar rollerine ve çok yakışmış doğrusu. Çocuklukta yaşanan en ufacık bir olayın ve Deniz’in dedesinden aldığı gibi bir sevgi almanın kişiliği ne kadar etkilediğini, gençlik isyanlarını, insanların Özgür’de olduğu gibi hayatlarına kendilerinin yön vermelerinin ne kadar zor olduğunu, Oedipus ve Elektra komplekslerinin gerçekten vurgulanmaya değer olduğunu düşünme şansı bulduk ve bundan sonrasında çocuk yetiştirirken de unutmamak gerektiğini not ettik.

Ömer Faruk, yönetim tarzıyla BKM’nin Vizontele serilerindeki masalsı dengeyi müzikle birleştirerek gerçeküstü olduğu hissini vermiş izleyiciye. Bu arada Müslüm Gürses’in yorumuyla başlayan başarılı parçalar, Günsür’ün müzisyenliğini kattığı Eylül Akşamı’nın duygusallığıyla devam ediyor ve tüm filme sepya bir hava veren fon müziği kulaklarımızdan hiç eksik olmuyor. Tiyatro kökenli tüm diğer oyuncular da masaldaki diğer rollerini almışlar. Masal dediğime bakmayın, pembe bir tablo hiç de çizilmiyor filmde. Fragmanını izlerken hiç böyle tahmin etmemiştim. Sanırım bu da bir başarı. Çoğu filmin fragmanını izlediğinizde, o film biter sizin için, artık aradaki sahneleri tamamlarsınız sadece. Ama film, fragmandaki diyaloglardan, tartışmalardan, birliktelik ve ayrılıklardan daha farklı bir noktaya ilerliyormuş meğer.

Aşk da, o iki saatlik sinema gibi teknolojiye, zamana, baskılara, rejimlere direnen; içinde her zaman gülümsemeyi değil; acıyı, hüznü ve sürprizleri de barındırması gereken bir olgu değil midir? Film, bana ve “Onca yıl sen orada, onca yıl ben burada dediğim” ve on yıldır hayatımı paylaştığım sevgilime bunları hissettirdi. “Olamaz mı? Olabilir”…


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın