Hollywood deyince çoğunluğun aklına tek bir olgu gelir, sinema. Evet, Hollywood dünya sinemasının kralıdır. Belki dünyada yapılan film sayısında Bollywood’un arkasındadır ama yapılan işler hep büyük ve büyüleyicidir. Gerçi son on yıllık periyodda Hollywood sektörü yeni beğenilere, fikirlere ve beyinlere açık olamadığından çok sekteye uğramış ve artık fikirler tükendiğinden devamlı kendini tekrar edip, zaman zaman da uzakdoğudan fikir satın almalara kadar işi götürmüş olsa da, dünya sinema endüstrisinin en zengin ve züppe çocuğu halen odur.
Türkiye dahil birçok farklı ülke sinemasının belini bükebilecek bir bütçe orada bedavaya yakın diye sayılır. Yıldızları dünya çapındadır ve yapılan her büyük film dünyanın en köhne köşesinde bile izlenir. Sektorün bu şaşaası ve popüleritesine rağmen, Hollywood Avrupa’da uzun bir süre pek kabul görmemiştir. Hatta birçok farklı ülkenin dolayısı ile de Amerika’nın entellektüel çevresi Hollywood’u sevmezler. Çünkü Hollywood aynı zamanda bir sinema sistemi ve stilidir; bu da onlara göre çok ucuzca düşünülmüş tüketime dayalı bir stildir. Kısmen de haklıdırlar.
Hollywood sineması tarihi boyunca üç önemli dönem geçirmiştir. Yirminci yüzyılın ilk çeğreyinde başlayıp D.W Grifith’in filmleri ile şekil alan ilk dönem, ikinci dünya savaşı ertesi ile en şaşaalı ama aynı zamanda kaliteli dönemini yaşayan ‘Altın Çağ’ ve 70lerde başlayan ve bir dönem Hollywood’u fetheden bir grup anarşist düşünceli New York’lu gencin ön ayak olduğu bağımsız dönem.
Hollywood’un o meşhur altın çağında yapılan filmler ağırlıklı olarak stüdyo sisteminin ürünü olsa da azımsanmayacak sayıda becerikli ve yetenekli yönetmen de yok değildi. O dönemde Hollywood’da film çeken bir çok yönetmen sonraki yıllarda klasikleşiceklerdi. Gerçi, Alfred Hitchcock gibi hem Hollywood’un bir çalışanı olup hem de sanatını zorla ve stresle dolu bir şekilde stüdyoya kabul ettirebilenler de vardı. Özellikle ünlü Hollywood yönetmeni Frank Capra, filmlerin yönetmenler tarafından yapıldığını, hikayelerin yönetmenlerin gözünden anlatıldığını ve Hollywood’un da yönetmen ağırlıklı bir sinema yapmasını birçok kez dile getirmişti. Buna rağmen, Hollywood’un yönetmenlere tam anlamı ile yol vermesi 70leri buldu.
1960ların sonunda dünya değişiyordu, bazı şeyler daha cesurca dile getiriliyordu. Bu sosyal ve kültürel değişiklik sanata ve dolayısı ile sinemaya da yansıdı. Amerika’da Hollywood sistemi dışında bir avuç genç, yeni fikirler ve klasikleşmişin dışında filmler çekmeye başlamışlardı. Onların bir çoğu New York’taki film okullarına gitmiş, Avrupa ve Uzakdoğu sinemasından etkilenmişti. Ama Hollywood’un büyük ustalarına saygı duyup onların yapıtlarından da feyz alan bağımsız sinemacılardı. Bu bağımsızcılar adeta amerikan sinemasında çığır açmışlardı. Nitekim Hollywood’un onları görmesi de gecikmedi. 70lerin ortasında Hollywood yapımlarının desteği ile özgürce ve yüksek sanatsal duyarlılıkla bilimum klasikleşmiş bağımsız ruhlu Hollywood filmleri çektiler. Marin Scorsese, John Cassavates, Francis Ford Cappola, Woody Allen gibi isimler dünya sinemasının Amerikalı autorları olmuşlardı.
O zamana kadar ki, Hollywood authorları pek sevmezdi. Gerçi Hitchcock, Capra, Wilder ve hatta Chaplin gibi istisnai Hollywood isimleri ve Stanley Kubrick gibi bir Amerikalı dâhi ortaya çıksa da, Hollywood için stüdyo ve yapım yönetmenden daha önemli idi. 70lerde ise Hollywood yönetmenlere destek oluyor onlara kısmen de olsa fikirsel ögürlük tanıyordu.
Sonra yıllar geçti o hızlı bağımsızcı isimler yaşlandı; az da olsa Hollywood içinde güzel filmler çekti. 90larda artık yeni bir akım geliyordu: Tam Bağımsızcılar. Artık birçok genç sinemacı Hollywood parasına ihtiyaç duymuyordu. Kendi arabasını satıp, evini ipotek edip hatta kendi kanını satıp filmler çekiyor ve başarılı oluyorlardı. Zaten Hollywood’da fikirler tükenmeye başlamıştı; para kaybetme korkusundan birçok proje tam anlamı ile yapılamıyordu. O yıllarda Hollywood’un ağır topları da yüzünü bağımsızcılara döndü. Onların filmleri daha sanatsal, oyuncular için daha cesur ve farklı idi. Hollywood, Tarantino gibi bazı isimleri dışarıdan destekledi, yurtdışında dikkat çeken Avrupalı ve Asyalıları Amerika’ya çağırıp filmler çektirdi. Hatta, Roberto Rodriguez gibi tam bağımsızcı bir Meksikalıyı kendi sektörünün bireyi yaptı. İşte bu yıllarda bir isim dikkat çekmişti ve merak uyandırmıştı: O, Paul Thomas Anderson’du. [yazının devamı]
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.