Filmin gösterimi başlamadan yalnızca birkaç dakika önce salona girebildim. Elimde karnımı doyurmayacak bir gözlük, uykusuzluğumu unutturmayacak bir koltuğa yerleştim. Koşturarak girdiğim salondaki kalabalığı görünce “çok canlar yanacak” diye düşündüm. Çok geçmeden film başladı, bunu çok net hatırlıyorum. Film başlayıp ara verene değin (120 dk) hareket bile etmedim sanırım. Nefes almış olsam gerek ki yaşıyordum. Diğer hiçbir şeyden emin değilim zira kendimi kaybetmiştim. Salonun ışıkları yanarken, sebebini bilmediğim bir şekilde gözlerimden yaşlar aheste bir şekilde akıyor, kalbim küçük bir kuş misali huysuzluk yapıp yuvasını beğenmiyordu. Kendimi bulmam için bir kahve ve on dakika yeterli olmadı. Duygular kalbimi ele geçirmiş, fikirler beynimde fink atar olmuş, görüntüler gözlerimi kör etmişti.
Rüyaların en kötü yanı, bir süre sonra bitecek olmalarıdır!
Zihnim bulanık bir şekilde ikinci bölümü izlemeye başladım. Film bitip kamera Pandora toprakları üzerinde bir geziye çıktığında uçtuğumu hissedebiliyordum. Belki bedenim oturmakta olduğum koltukta kalmıştı ama gördüğüm kesinlikle bir hayal değildi… her halükarda uyanmam gerekiyordu. Yüreğimin ve zihnimin bir bölümünü salonda bırakarak dışarı çıktım. Dışarıda hava buz gibiydi ama içimi üşütenin hava olmadığını biliyorum. Olmam gerektiğini düşündüğüm yerde olmadığım için ve ruhumun bir bölümü başka bir galakside bambaşka bir dünyada bıraktığım için üşüyordum. Kısa nefeslerle sokakta yürürken hâlâ bulutların üzerindeydim.
Şekerleme kabında başka neler var?
Avatar gerçekten böyle garip bir film. Senaryo bakımından bilmediğimiz çok bir şey yok. Çoktandır yapılanın dışında akıl karıştırıcı, daha doğrusu zihni girdaplarda sürükleyecek türden numaraları yok. Bilindik, her izlediğimizde sevebileceğimiz bir öyküyü alıp farklı bir evrene taşıyor yalnızca. Çok katmanlı olmayan karakterleri iyi analiz etmiyor. Bunların hepsi doğru ama gerek de duymuyor. Bu bakımdan Terminatör serisi ile Titanik arasında bir yerlerde durduğunu belirtmek gerek. Kahramanımız ve diğer tüm karakterler çok boyutluluktan bihaber vaziyette. Karakterlerin çok bilindik olmasını kullanıp, kamerayı da buna göre yerleştirerek seyirciyi olayın içine dâhil etme olayı bir yerden sonra tüm olayı kurtarmamaya başlıyor.
Motivasyonları daha güçlü insanlarla, kendilerine has kültürleri bize yabancı olup bizim merakla izleyebileceğimiz Na’vi ırkını görmeyi beklerken, tüm bunların üstünden uçup gidiyoruz. Karakterler ve onların öyküleri konusunda Terminatör’dekinden ziyade Titanik’deki yol tercih edilmiş. Bu Avatar adına oldukça büyük bir handikap. Sinemaya adımımı atarken çok canların yanacağını düşünürken, böyle bir şey olmasından korkuyordum.
Muhteşem bir tatlının kaymağı yoksa ne olmuş?
Her halükarda bu saydıklarımdan filmin “boş” olduğu yönünde bir anlam çıkartılmamalı. Zira alt katmanlarda, unuttuğumuz ve farkında olmadığımız şeylere de değiniyor. Bunların içimizdeki derinliklerde bir şekilde zaten biliyoruz. Çoğunu görmek istemiyoruz, kafamızı diğer tarafa çeviriyoruz belki de… Avatar bize bunları gözümüzün içine bakarak gösteriyor. Görüp yine derinliklere gömmek veya onlardan bir şeyler çıkartmak sadece bize bağlı. Oradan sonra Avatar’ın yapabileceği bir şey yok. Genelimizin -ben de dâhil- bir şekilde bunları gömeceğini de biliyor ama onun için bu sorun değil. Anlatmış olmak kâfi geliyor. Olduğundan fazla değer biçecek değilim, felsefi bir düzlemde yer alan şeyler değil bunlar. Daha ziyade filmde bolca vurgu yapılan “güçlü” kalple alâkalı şeyler.
Film hakkında “didaktiğin mesel kolu” diyenler çıkacaktır. Öyle olmadığını söyleyemem fakat yalnızca bundan ibaret olduğunu söylemek de acımasızca olur. Avatar’ın yola çıkışının sebepleri farklı fazlarda düşünülmeli. James Cameron fantastik bir hikâye anlatmak isterken, bunu şimdiye kadar yapılmadık biçimlerde yaparak sinemanın gidişatına yön vermek istiyordu. Bu açıdan bakıldığında amacına ulaşmış olduğunu gördüm. Herhangi bir sınıra bağlı kalmaksızın, tamamen hayal gücüne dayalı bir film oluşturabilmiş. Sınırlar olmadığından gönlünce at koştururken, arkasında bulunan gücü de kullanarak kendi zihninde çıktığı yolculuklara bizi ortak etmiş. Örneğin filmde yer alan yarım saatlik bir sekansta Na’vi ırkıyla birlikte olmanın tadına varmaktan, Pandora’nın havasına ve suyuna girmekten -direkt olarak olayın kalbine inmediğini bildiği halde- çekinmemiş.
Korkunun ecele faydası yok!
Büyük korkularla yüzleşmek gerekiyor. Karşımızda senenin en çok beklenen işi yer alıyor. Reklam kampanyalarıyla, makalelerle ve önincelemelerle beklentinin artık tavana çıkartıldığı dönemde ise nihayet “mutlu” sona ulaşıyoruz. Çok iyi tanıdığımız ve sevdiğimiz bir dostu değişmeden bulmak istiyoruz. Değişmemesini istememize rağmen diğer yandan kendi değişimimizi görmezden geliyoruz. Nihayetinde daha önceki örneklerden de bildiğimiz üzere bir tatminsizlik kaplıyabiliyor kimilerimizi.
Bunları dikkate alarak “kişisel” olarak net ve açık konuşmam gerekiyor. Muhteşem görüntülerin yanında bir lanet gibi gelen karton karakterler, basmakalıp hikâye ve hikâyenin anlatım biçimi büyük gülümsemelere gölge düşürüyor… Evet, yine de gülümsüyorum! Hem de kocaman açılmış yaşlı gözlerle… Hangi çocuk çikolata fabrikasına girip gülümsemez ki?
Güzel şeyler hep kısa sürer!
Süreden yana şikâyetçi olduğumu yazının başında belirtmeye çalışmıştım. Demek istediğim, film çok kısa sürüyor! Burada herhangi bir ironi yok, cidden kısa sürüyor film (reklamsız 162 dakika). Böyle olmasının sebebi pürüzsüz akan, üstün yönetmenlik becerilerle oluşturulmuş “dünyadan” kaynaklanıyor. Karakterlerde yer almayan ayrıntılar, dünyanın yaratımında hayat bulmuş. Bittiğinde orada olmak için can atmamıza sebep olacak bir dünya koyuluyor önümüze.
Nerede, nasıl, kiminle ve niye?
Avatar’ı basın gösteriminde Real D 3D olarak izledim. Şimdiye kadar izlediğim örnekler de ve Avatar da gözümün gördüğü, gönlümü açan güzellikteydi. Lakin bu Real D 3D gözlüklere ve görüntülere alışma nedense diğer teknolojilere göre çok daha uzun sürüyor. İlk yarım saat çok fazla şey kaçırılıyor. Altyazıların hareketli tutulmasının da etkisiyle İngilizce bilmeyen kişiler, bu ilk yarım saatte biraz sıkıntıya girecektir muhtemelen. Sonrasında gözün alışmasıyla birlikte bu sorunun ortadan kalktığını eklersem belki içiniz biraz olsun rahatlar.
JackSully misali çocukluk edip, Neytiri’yi gıcık etme pahasına cumartesi günü IMAX 3D olarak izlediğimde işin görsel boyutunun çok daha netleşeceğine eminim. Filmin tamamen yenilikçi olmasından kaynaklı bir sorun olarak ortaya, Türkiye’deki sinema salonlarının eskikliği ve teknolojik yetersizlikleri geliyor. Yalnızca 3D (Xpand veya Real D 3D) olarak bile olsa bu filmi izlemek isteyen izleyicileri bilet kovalamacalar bekliyor olacak. Çoğu salonda ilk haftanın tüm seansları dolmuş durumda. Bir üst seviyeye çıkıp hem IMAX hem de 3D olarak izlemek isterseniz, bir süre beklemeniz veya hafta içi seansları tercih etmeniz gerekecek. Her halükarda bu zevke varabilecek kitle oldukça kısıtlı kalacak (IMAX sinemaların azlığı? -bir elin parmaklarından azlar-) “yenilik” ve “teknoloji” boyutunu yalnızca detaylarda yakalamak zorunda bırakılacak çoğu izleyici. Demem o ki hala biletinizi almadıysanız elinizi çabuk tutmak isteyebilirsiniz.
Son noktayı koymazdan evvel toparlamak isterim. Avatar birden fazla kulvarda koşan bir film. Koştuğu kulvarları çok iyi analiz etmek ve beklentileri buna göre oluşturmak gerekiyor. Tersi durumlarda bir hayalkırıklığı yaşamak işten bile değil.
Yine de herkesin, bir kez olsun bu deneyimi yaşaması gerekiyor. İster alışıldık büyük perdede, ister 3D, ister IMAX 3D.
Sinemanın geleceğine tanık olurken, çoğu şeyi görmezden gelerek tüm algılarınızın çalıştığını göreceksiniz!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.