Bahadır Karataş Röportajı

yeni-resim-9.JPG

Konuk yazarlarımızın yazılarının ardından bir de “konuk yazar röportajı” yayınlamaktan çok mutluyuz… Prof. Dr. Nüket Güz ve Ridade Fidan, türk sinemasında son dönemde izlediğimiz önemli yapımlardan Usta’nın yönetmeni Bahadır Karataş ve filmin yardımcı yönetmeni Duygu Güzelmeriç ile sinemayı ve filmi konuştu. Röportajların girişine toparlayıcı bir özet yazmak kuraldandır… Ancak Karataş ve Güzelmeriç, Nüket Güz ve Ridade Fidan’ın sorularına o kadar içten ve dolu dolu yanıtlar vermişler ki özetle zaman kaybetmeyip röportaja doğrudan dalmanızı öneriyoruz…

Neden sinemacı oldunuz?
Aslında neredeyse başka bir mesleğim oluyordu. Liseden mezun olduğumda ne istediğimi bilemiyordum ve sınav sistemine uygun olarak bir takım yerler yazdım ve ODTÜ işletmeyi kazandım. Ancak o kadar mutsuz oldum ki, bu hiç de benim istediğim bir şey değilmiş. Bir süre Ankara’da ne istediğimi bilmeden serserilik ettim. Sonra tesadüfen karşıma sinema çıktı. Hayatın hoş bir cilvesi olarak sinema bir kitap şeklindeydi.

Hangi kitap?
Yani çok manidar bir ismi var “Sinemanın Temel İlkeleri” diye. Dünyanın ilk yönetmenlerinden Rus yönetmen Eisenstein ve onun çağdaşı Pudovkin, ikisi aynı dönemde yönetmenlik yapıyorlar. Eisenstein daha montaj ağırlıklı, kurgu ağırlıklı bir yöne sapıyor; Pudovkin de uzun çekimlerde başka bir yola sapıyor ama ikisi de bir kuramcı. Mecburen çünkü sinema emekleme döneminde. Bir yandan film çekiyorlar bir yandan kuramını oluşturmaya çalışıyorlar. Ben de Nijat Özön’un çevirdiği bu kitabı okudum. Kitabın kapağını kapattığımda artık hayattan ne istediğimi biliyordum. Okumasaydım ne olurdu bilmiyorum. İşletme okumayacağım kesindi yani o hiç beni sarmamıştı. Sonra kitabı bitirdim ve sinema yapmanın, yönetmen olmanın yollarını aramaya başladım.

Neler yaptınız bu kitaptan sonra yönetmen olmak için?
Önce sordum soruşturdum ne yapmak lazım diye. Yurtdışında okuyabilirsen harika olur dediler. Ben de bunun üzerine yurtdışında okumanın yollarını aramaya başladım. Bir işçi ailesinin çocuğuydum ve bizim, beni yurtdışında okutacak imkânlarımız yoktu. Ben de Ankara’da olmanın avantajlarını kullanarak konsolosluk konsolosluk dolaştım. Bir liste yapmıştım kendime ve o listeye uygun olarak her gün bir konsolosluğa gidiyor “ülkenizde sinema okumak istiyorum ve nasıl yapabilirim” diye soruyordum. Kimi gülüyor, kimi geçiştiriyor, kimi de ciddiye alıyor ve konsolosluktaki sinema okullarının adreslerini veriyorlar ya da benim adresimi alıp mektup yazıp okulların adreslerini gönderiyorlardı. Sonra ben bu okullara mektuplar yazıyordum, “sizin ülkenizde okumak istiyorum ama param yok, burs veriyor musunuz” diye. Sonra bekliyordum ancak hiçbirinden olumlu cevap gelmedi. Kimi cevap bile vermedi. Sanırım Danimarka’ydı, “bizim ülkemizde sinema okulu yok, sinema okumak isteyen öğrencilerimizi başka ülkelere gönderiyoruz” dedi. Genel olarak verdikleri tavsiye, “sen lisans düzeyinde bir eğitim al daha sonra master seviyesinde burs alabilirsin” gibiydi. “Liseden mezun olmuş birine burs vermek gibi bir sistem yok” dediler.
Sonra alaylı olarak yetişmek nedense bana iyi bir fikir gibi geldi. Onu denedim bir dönem. Bir yönetmenin yanında asistanlık yapmaya başladım ama kendimi yetiştirmek için bunun da bir yol olmadığını anladım.
O sıralar deli gibi sinema kitapları okuyordum. Kütüphanelere gidiyor, sabah kapanıp akşam çıkıyor ve elime ne geçerse okuyordum. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde çok iyi bir sinema eğitimi olduğunu duydum. Ancak bu arada şöyle bir çılgınlık yaptım.
ODTÜ İşletme’de okumuyor olmak bende çok büyük bir suçluluk duygusu yarattı. Çünkü maddi durumu hiçte iyi olmayan bir anne babadan ODTÜ’de okuyormuş taklidi yaparak her ay para alıyorsun. Onlar için bu para çok önemli. ODTÜ İşletme’de de okumamak ve para da almamak için izimi kaybettirdim.

Nasıl oldu bu?
Evden kaçtım bir anlamda. Zaten onlar Adapazarı’nda oturuyorlardı. Yok oldum hayatlarından. Benden koca bir yıl boyunca haber alamadılar. Yani nasıl böyle bir şey yapabildim şimdi aklım almıyor tabii. Bu arada onlar çıldırmışlar, benim izimi sürüyorlar, bulamıyorlar… Bense bu arada Alanya’ya gittim ve orada çalışmaya başladım. Rehberlik yapıyordum, barlarda şarkı söyleyip gitar çalıyordum, t-shirt satıyordum. Herhalde o sırada “Bahadır Alanya’da” lafı aileme, “Bahadır Almanya’da” gibi gitmiş. Onlar da benim Almanya’da olduğumu düşünmeye başlamışlar.
Serserilik yapıp ne yapacağımı bilmez bir halde yaşarken tekrar Ankara’ya döndüm. Orada uluslararası transatlantik gemilerde çalışan birisiyle tanıştım. İsmini bile hatırlamıyorum şimdi. “İstersen seni denizci olarak alabiliriz ve böylece Amerika’ya gidebilirsin” dedi. Sonra Amerika girdi kafama. Onun hazırlıklarını yapmaya başladım. Onun içinde İstanbul’a gelmem ve miçoluk sınavını vermem gerekiyordu. Bir pazartesi günü Ankara’dan İstanbul’a geleceğim, sınava gireceğim, bir gemi beni New York’a indirecek ve artık New York’ta sinema okuyacağım. Böyle aptalca bir plan. Yani o kadar yapabildim planı.
Sonra gitmekte ne kadar ciddi olduğumu arkadaşlarım anlayınca, hala kim olduğunu bilmediğim ve ailemin de bana söylemediği birisi onlara haber vermiş. Bir Pazar sabaha karşı evin kapısı çalındı. Annem, babam ve büyük dayım otobüse atlayıp Ankara’ya gelmişler…
O arada Eskişehir Anadolu Üniversitesi karşıma çıktı. Orayı birincilikle kazandım ve birincilikle de bitirerek burs kazandım. Böylece Amerika’ya daha mantıklı bir şekilde, gemiyle değil uçakla gittim. Orada çok zor bir okul olan USC Sinema Sanatları’nı kazandım ve master yaptım. Ardından uzun metrajlı bir film senaryosu ile Türkiye’ye döndüm.  Dediler ki, “koltuğunun altında bir senaryo var diye bu hemen bir film yapacağın anlamına gelmiyor, biraz beklemen lazım.”  Böylece burada bir yapımevinde çalışmaya başladım, yönetmen oldum, reklam filmleri çektim ve bir sürü proje geliştirdim. Usta bu projelerden biriydi ve nihayet sekiz ya da dokuz yıl sonra bu projeyi çekmeyi başardım.

25.jpg 

Yönetmen olmak isteyenler ne yapmalı?
Bana bu sorulduğu zaman onlara ilk cevabım şu oluyor. “Çok istemeniz gerekiyor.”

Peki bu kadar güçlü bir istek nasıl oluştu?
İşte tesadüfen başladı ama sonra çok büyük bir tutkuya dönüştü. İnsanın hayattan ne beklediğini ne istediğini anlaması gerekiyor. Ben bunu anladıktan sonra bütün hayatım değişti. Sadece yönetmen olmak için değil tabii hayatta herhangi bir şeyi başarmak için bu ilk kural, “çok istemek.” O zaman onun etrafında kendiliğinden bir sistem kuruyorsunuz. Çok okuyorsunuz, çok araştırıyorsunuz her şey ondan sonra gelişiyor.

14.jpg
Yaşamı yaşamaya değer kılan şey nedir o halde?
İnsanın hayatını kafamda şöyle bir metaforla düşünüyorum. Ucu bucağı görünmeyen bir denizin ortasında bir teknesiniz. Küçük bir yelkeniniz var ya da toplumsal olarak düşünürsek belki kocaman bir gemi. Eğer varmak istediğiniz bir yer varsa, etrafınızdaki her şey anlamlı olmaya başlar. Her şey bir değer taşımaya başlar. Eğer varmak istediğiniz bir yer yoksa esen rüzgârın bir anlamı bile yoktur sizin için. Denizdeki balığın bile bir değeri yoktur. Öyle oradan oraya denizin ortasında savrulursunuz. Varılacak bir liman olması, esen rüzgarı anlamlı kılar ki limana varmak da önemli değil, yolculuk daha değerli hale gelir. Yoksa fındıkkabuğu gibi oradan oraya savrulmanın bir anlamı yok. Hedefinizin olduğu bir yolculuk çok daha keyifli ve heyecanlı.
Bir değerin ortaya çıkması için ve eğer toplumsal bir değerden bahsediyorsak ki değer kavramının içinde bu var, bir gelecekten de söz edebilmemiz gerek. Ortak gelecek ideali varsa değerlerden söz etmeye başlayabilirsiniz. Eğer o yoksa o zaman biraz önce rüzgar örneğinde olduğu gibi hiçbir şeyin değerini tanımlayamazsınız.
Usta filmi de aslında geçmişimizden çok geleceğimize dair bir film. Onu sorgulamaya çalışan, onun üzerine düşünmeye, düşündürtmeye çalışan bir film. Geleceğe dair bir film. Sadece belli bir kesimin geleceğini değil toplumsal olarak hepimizin geleceğe çağdaş bir biçimde yürüme idealini yansıtan bir film. Aslında şunu da fark etmek gerek. Evet, bir çağdaşlık hedefimiz var ama çağdaşlık kavramının kendisinde de bir dönüşüm var.
Çağdaşlığa dair hedefimiz ortak olsa da farklı farklı değerlerle yaşıyoruz. Çağdaşlık kavramı ile ilgili ezberler giderek bozuluyor, bambaşka sesler var artık. Hatta bildiğimiz değerlerin de öyle bir ters yüz olma ihtimali var ki neyin ileri, neyin çağdaş olduğunu söyleyebilmek de kolay değil. Ama bütün bunlara rağmen bir şeyi gözden uzak tutmamak lazım. Ulaşmak istediğimiz hedef belli ve bu hedefe çok sesli bir biçimde ulaşabilmeli ve belirli değerleri de beraberimizde taşıyabilmeliyiz. İki farklı kutba bölünmek gibi bir durum ortaya çıkıyor. Bu iki farklı kutba bölünmenin toplumda yarattığı manzara ve ruh hali, ilk defa bir filmde, 2000’li yıların bir fotoğrafı olarak ince ince işlenmiş ve ayrıntılara dikkat edilmiş bir biçimde izleyicinin önüne çıkıyor.  80’li yılların, 90’lı yılların Türkiye’sini biliyoruz. Filmlerde gördük ama 2000’li yılların manzarası, ilk defa bu kadar gerçekçi bir şekilde bir filmde görünüyor ve onu sorgulayabiliyoruz.
Usta, “bir hedefe beraber yürürken, çağdaş, hukuka saygılı bir Türkiye geleceğini içtenlikle istiyorsak, bunu yaparken sahip olduğumuz bir takım değerlerden vazgeçmemiz gerekir” demeye çalışan bir film. Bunlar çok basmakalıp gelebilir kulağa ama sevgi gibi, dostluk gibi… 21. Yüzyıldayız ki 21. Yüzyılı bırakın 72. Yüzyılda da olsak sonuçta kaybetmemiz gereken değerler bunlar ve bunlarla gelecek hedefine doğru yürümemiz gerekir. Israrla ve inatla bunu savunmaya çalışan bu değerlerimizi kaybetmemiz gerektiğini söyleyen bir film.
Usta filminde bir diyalog var. “İnsan inandığı şeyden vazgeçer mi?”
Filmin bağlamında düşünürsek bunu Emine soruyor. Emine ve Doğan arasındaki bir konuşma geçiyor ve Emine bunu Doğan’dan alıntılayarak söylüyor. Belli ki içine işlemiş ve yıllar sonra bile hatırlayabiliyor. İnanç, çok insani bir mesele… Büyük bir sistem içinde insanın olmazsa olmazlarına ait bir kavram… İnanç aslında bilginin boşluğunda ya da o olmadığında ortaya çıkıyor. Her şeyi tam olarak bilemeyeceğimize göre, bilemediğimiz anda tek yol inanmak. Doğan Usta’nın dünyasında ise inanç yükselebilmesi için ihtiyaç duyduğu bir araç. Bir hedefe varmak için. Filmde kendilerini bir sisin içinde buldukları zaman ki bu Doğan Usta’nın zihnindeki bir sis. O bilinmezliğin nereye varacağını merak ederken, Emine’nin Doğan’a hatırlattığı bir şey. İnsan inandığı şeyden vazgeçebilir. Ama eğer vazgeçerse o zaman bu bizi anlamsızlığa değersizliğe taşır. Bu yüreklendirme sayesinde Doğan Usta uçabiliyor.

Reklamdan uzun film yapmaya geçtiniz. Ayrıca bir sürü kısa metrajlı film ve belgeseller çektiniz. Bize bu süreçten bahseder misiniz?
Kısa filmlerin çoğu okul için yapılan çalışmalardı. Eskişehir’de 4 yıl boyunca okulda çektiğimiz kısa filmler var ama bunun dışında elimde sürekli kamera ve sırtımda tripotla dolaşan bir adamdım. O okul projeleri bana yetmiyordu. Sürekli filmler yapmaya çalışıyordum. TRT’de çok değerli bir program vardı “Genç Sinemacılar” diye sonra maalesef kaldırıldı. Program kısa film çekmek isteyen sinemacılara destek olan bir programdı. Film ve kamera temin ediyorlardı. Siz projenizi oraya gönderiyordunuz eğer beğenilirse destek veriyorlardı.  O program kapsamında bir proje geliştirdim. “Film bu ya” gerçek bir film olarak yapmayı başardığım ilk çalışmaydı.
Belgeselim ise önce okul projesi olarak başlayıp sonra okul dışı proje olarak ilan edildi. Bir “Kazlıçeşme” projesiydi.
Nasıl okul dışı bir projeye dönüştü bu belgesel?
Kazlıçeşme, o zamanlar 538 yılıktı. Bir dericilik köyü vardı Kazlıçeşme’de. Sonra onları Tuzla’da bir yere gönderdiler. Dericilik çok pis kokulu bir zanaat. Bu nedenle dericiliğin kaderi hep şehir dışlarına atılmak olmuş. Ama süreçle beraber şehirler büyüyor ve dericilik yapılan alanlarda şehrin içine dahil oluyor. Sonra biraz daha şehrin dışına atılıyorlar ve şehir yeniden büyüyor derken işte en fazla 200 yıl bir yerde kalabiliyorlar. Ancak bunu sadece bir endüstri kolu gibi düşünmemek lazım… Aileleriyle birlikte oraya yerleşmiş, kendi kültürünü yansıtan koca bir sosyolojik alandan bahsediyoruz aslında. İstanbul’daki bu Kazlıçeşme surların dışına yapılıyor. Fatih İstanbul’u fethettiği zaman, savaş malzemeleri açısından deri imalatı çok önemli. Kazlıçeşme, en uzun yaşayabilen dericilik köyü, 540 yıl yaşıyor. 540 yıl sonra Tuzla’ya atılıyorlar. İstanbul’un daha da dışına…
Belgeseli, 1993 ya da 1994’te çektik, bizden bir iki yıl sonra o köyü tamamen yok ettiler. Bütün o sosyolojisi ile birlikte yok oldu. Tabii içinde bir sürü tarihi eser de barındırıyordu. Camiler, eski tekkeler ki bunlar Bektaşi tekkeleriydi ve mezarlıkları ile birlikte koca bir tarih yok oldu orada. Onunla ilgili bir belgeseldi.

04.jpg
Usta filminin oyuncularını nasıl seçtiniz?
Bu soru bize çok geliyor ama tam olarak bununla ne sorulduğunu bilemiyorum. Oyuncuları seçerken oyuncuların şöhretini hiç düşünmedik. Daha çok bu karakteri kim oynar ve kendi enerjisini sahneye nasıl taşır diye düşündük. Melodrama iş dönüşmesin diye uğraştık mesela Emine karakteri için Fadik gibi güçlü enerjisini taşıyabilecek bir oyuncu istedim ve Fadik’i gördüğüm zaman “işte budur” dedim. O, inatçı, tutkulu ve güçlü kadın karakteri için bana çok uygun geldi.

Diğer oyuncular, örneğin Yetkin Dikinciler?
Film için sıcak diyoruz ve genellikle yorumlar da böyle geliyor. Filmi tasarlarken Ayfer Tunç da sormuştu “nasıl bir film olacak” diye. Ona şöyle düşün demiştim “dışı soğuk içi sıcak bir film olacak” yani bu soğuk ve sıcak tanımını bir sürü şekilde düşünebiliriz. Soğuk nedir, sıcak nedir tartışabilirsiniz. Benim de öyle bir film vardı kafamda ve bence de öyle bir film çıktı ortaya. Dışı soğuk ve mesafeli gibi görünen ama içine girdikçe sıcak bir film olmasını istedik. Çünkü baştan sona sımsıcak bir film cazip değildi. Olduğu gibi soğuk bir film de cazip değildi.
Yetkin de Doğan Usta’nın kimliğinde hem sıcacık olabilecek, hem bize çok tanıdık gelen, içten, samimi hem de daha mesafeli, içine kapalı, ruh halini ilk bakışta belli etmeyen, daha derinlikli olabilecek bir oyuncuydu ve bu anlamda Doğan Usta için çok ideal bir seçimdi. Geniş bir yelpazeyi oynaması açısından Yetkin’i öyle tercih ettik.
Şevket Çoruh sıcaktı baştan aşağı. Zaten öyle olmalıydı. Çok içten, kendi küçük hayalleri olan, kurnaz olmaya çalışan ama çok daha naif bir Ersun karakteri için Şevket bence harika bir seçim oldu. İnşaat filmindeki Sudi karakteri ile ona bayılmıştım. Orada da bir inşaat işçisini oynuyordu ve müthiş bir kompozisyon çizmişti. En zor iş belki de onun işiydi çünkü çok zordur aslında böyle bir karakteri hakkıyla yorumlayabilmek. Sahneye girdiği zaman hemen enerjisini hissettiren, başka bir ruh halini sahneye sokan bir karakter… Azıcık fazla gittiğiniz zaman çok karikatüre gidebilir biraz geri çekilseniz istediğiniz o enerjiyi sahneye taşımayabilir. Şevket, bıçak sırtında yürüyen bir oyuncuydu ve çok büyük bir ustalıkla bunun üstesinden geldi.
Hasibe Eren’i böyle bir rolde görmek bana çok iyi geldi. Eminim Hasibe’ye ve seyirciye de çok iyi gelmiştir. Hasibe, onu bu şekilde hiç görmeye alışık olmadığımız bir karakteri oynadı. Doğrusu rolü korka korka teklif etmiştim. O da korka korka gelmiş. Buluşmaya giderken şunu düşünüyordum “Hasibe’ye nasıl söylesem, böyle karakter karikatür gibi olmasa, hayatın içinde bir karakter olarak daha inandırıcı olsa…” Nasıl söylenir böyle bir şey oyuncuya bilemiyorum. Hassas bir konu olabilir sonuçta “komiklik yapmayalım” demek. Ben daha diyemeden zaten Hasibe de aynı şeyi söyleyince yani kendisinin komedi rollerinden çok sıkıldığını ifade edince ben de çok rahatladım.
Müşfik Kenter, yani Doğan Ustanın babası olarak düşündüğümüzde, ikisi de yapılı, ikisi de renkli gözlü, yani fiziksel olarak birbirilerini çok andırıyorlar. Aynı zamanda elbette Müşfik Kenter, Türk Tiyatrosu ve Türk Sineması tarihiyle neredeyse yaşıt çok değerli bir oyuncu. Usta’da onu bir kere girip çıkacağı bir rolde, bir saygı rolünde görmeyi çok arzu etmiştik. Casting yönetmenleri Asiye Kocaman, Ayşegül Bafralı’ya minnettarım. Çünkü ilk filmini çeken bir yönetmen olarak benim Müşfik Kenter’e ulaşmam imkânsızken, onlar ne yaptılar bilmiyorum ama devreye girip Müşfik Hocayı da kadromuza katmayı başardılar.
Ahmet Saracoğlu’nu müezzin ve teknik direktör rolünde izledik. Ahmet Saracoğlu büyük bir ikilemi yaşamasına rağmen onu kendi hayatında birleştirmeyi başaran bir karakteri canlandırarak müthiş bir performans sergiledi. Çok hayran olduğum bir oyuncu.
Cihat Tamer, TRT’nin dizilerinden herkesin çok yakından bildiği, Devekuşu Kabarede çok uzun yıllar oynamış, çok biriktirmiş ve çok tecrübeli bir oyuncu. Ender Kaptan rolüyle bence o da harikalar yarattı. Ender Kaplan için onların bir rol modeli vardı. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde… Onu da saygıyla analım. Hasan Kaptan vardı ve bizde o Ender Kaptan oldu. Onu çekimlerden önce Hasan Kaptan’la tanıştırdım. Hasan Kaptan eski bir pilot. Kumaş pantolon, eski Amerikan arabası, Ray-ban gözlükleri ve her zaman ütülü gömleğiyle çok zarif, bütün o sivil havacılık bölümünün teknik müdürü. Cihat Tamer çaktırmadan Hasan Kaptan’ı takip etti, nasıl davranıyor, nasıl yürüyor ya da nasıl konuşuyor diye ve çok gerçekçi çok güzel bir kompozisyon çizdi.

05.jpg
Ve elbette Anne Tomris İncer, Ayfer Tunç’un harika önerisiyle dahil oldu kadroya. En çok zorlandığım castlardan birisiydi. Gözümün önünde bir türlü şu an filmde gördüğümüz Gülsüm anneyi canlandıramıyordum. Yaşça daha büyük oyunculara özellikle kadınlara baktığımız zaman onları o tülbent, kıyafetler ve buruş buruş ciltle gözünüzün önüne getiremiyorsunuz. Yani Tomris Ablayı televizyon dizilerinde gördüm, oyunlarından bölümler gördüm, çok genç görünen, çok modern, yerinde duramayan bir oyuncu. Nasıl olacak bir türlü gözümün önüne getiremiyordum. Sürekli “bunlar çok genç, çok genç” deyip duruyordum. Ayfer Tunç, bana Tomris İncer’in bunu başarıyla canlandıracağını söyledi. Hatta önce o konuştu, randevu aldı sonra Tomris Abla geldi. Ayağında spor ayakkabılar, kot pantolon şen şakrak bir kadın… Kostüm tasarımcımız Gül Şakar adında bir büyücü. Aylarca önceden defalarca Eskişehir’e gitti. Gülsüm’ün de hayatını yaşayan bir sürü kadının hayatını fotoğrafladı, çoraplarına kadar. İnanılmaz ayrıntılı bir çalışma yaptı her karakter için. Gülsüm için de bir gardırop hazırlamıştı. Tomris Ablayla bunlar kayboldular. Bir baktım karşımda Gülsüm ve inanamadım! Bir insan bir anda bu kadar nasıl değişebilir diye. Bütün bir çekim boyunca o illüzyondan bir türlü sıyrılamadım. Çok büyük hayranıyım.

Senaryoyu nasıl yazdınız?
Yardımcı Yönetmen Duygu Güzelmeriç:
Uyumadan yazdığını, seneler boyunca sürdüğünü biliyorum. Ben en başında yoktum zaten ve tahminimce 4-5 yıl sürmüştür herhalde.
Bahadır Karataş: Bir taraftan hayat devam ediyor ve böyle olunca bir yandan senaryoya konsantre olamıyordum. Sonra bir süre kopuyordum hayattan ve saç sakal birbirine karışmış Robinson gibi ortaya çıkıp “Duygu buna bak” diyordum. Duygu ise baş itirazcıydı.
Duygu Güzelmeriç: Çok çalıştı ben biliyorum,
Bahadır Karataş: Ya nasıl yazılıyor anlatsana. Senaryo aslında bir kişinin işi değil.
Duygu Güzelmeriç: Hikaye olarak bildiğim kadarıyla Suat Aktaş’la başladı ve sonra aşama aşama bir sürü kişi dahil oldu. O kadar fazla insanın fikri vardı ki hatırlamıyorum, herkesin fikri harmanlandı. Tabii bu biraz Bahadır Karataş’tan kaynaklanıyor. Biz hepimizin işi diye bakarız, yani herkes kendi senaryosu gibi düşünür. Biliyorum insanların burada saatler harcadığını. Bizim fikirlerimize değer verir.

Bahadır Karataş: Prodüksiyon asistanından, muhasebeden, servisi yapana kadar herkes fikrini söyler. “Değersiz fikir yoktur. Herkesin fikri vardır. Söylenmeyen fikir en değersiz fikirdir” deriz.
Duygu Güzelmeriç: O yüzden çok keyiflidir çalışmak. Ben çok zevk alıyorum en azından.
Bahadır Karataş: Sorunun cevabını aşağı yukarı verdik sanırım. İçinde sadece bir sürü insanın aklı fikri değil gönlünü de koyduğu bir senaryo oldu.
İnsanlar filmlerde kendilerini bulduklarında mı filmleri daha çok izliyorlar?
Bahadır Karataş: Daha mı çok izliyorlar bilmiyoruz.
Duygu Güzelmeriç: Evet.

26.jpg
Usta’da seyirci kendisi ile ilgili ne bulabilir?
Duygu Güzelmeriç: Hayata dair film olduğu için çok şey bulabilir. Daha doğrusu bir tutkusu olan insanlar bir şeyler bulabilirler. Eğer tutkuyla bir şeye bağlanmak gibi duyguya sahip değillerse içine girmek belki daha zor. O zaman başka birinin hikayesi gibi izlenebilir.
Bahadır Karataş: Herkesin kafayı taktığı bir şey yok mudur?
Duygu Güzelmeriç: Olmayabilir bence. Öyle olsa o zaman harika bir dünya olurdu…
Film bir yanıyla böyle bir hayat var da dedirtecek ve ışık yaktıracak bir şey de olabilir. Bir bakıma sadece yaşamayan insan için değil bunları yaşayan insan için de zor. Çünkü film klişeleri kullanmıyor. Özdeşleştirmeyi sağlayarak seyirciyi daha hızlı yakalamanın birçok formülü var ama bu bildiğimiz formüllerde bir film değil. Yani güzel olan da o zaten. Ben buna “daha mesafeli olmak” diyorum. Yanlış gelir mi kulağa bilmiyorum ama yaraları kanatmaya duyguları sömürmeye yönelik bir film değil. Örneğin ölüm sahnesi bile ağlatmaya yönelik değil. Ağlayınca daha fazla bağlanırsınız filme ama derdimiz o değil.
İdealleri öldürülmüş bir Türk seyircisi önüne, ideallerini savunan bir “usta” çıkartmak…. Seyirci bunu nasıl değerlendirdi?
Bahadır Karataş: Bence idealleri öldürülmüş bir Türk seyircisi demek doğru değil. Yani çok fazla iddialı bir genelleme olur bu. Eğer böyle düşünürsek biz niye film yapıyoruz diye de sormak gerekir. Filmler bazen yol gösterici, teşvik edici, cesaretlendirici de olabilmeli. Usta öyle olmaya çalışan bir film. İdealleri ölmüş bir toplumdan bahsetmeyelim bence. Ben Türkiye’ye baktığım zaman yani ismini tam olarak koyamasak bile, yine de insanlarda hayata dair geleceğe dair güçlü bir inanç olduğunu görebiliyorum. İstanbul’a baktığımda İstanbul bir inşaat şehri, hala gelişmeye açık. Hangi semtine gidersen Maslak’ta gökdelenlerin inşaatını görüyorsun, varoşlarda da gece kondu inşaatını görüyorsun. Bu bence bir şeye işaret… İnsanların hala yaşama dört elle sarıldığına, yüzlerinin hala geleceğe dönük olduğuna işaret.
Duygu Güzelmeriç: Bence ideali olmayan değil de idealleri tek tipe indirgenmiş bir toplumdan söz edebiliriz. Herkesin ideali var ama çoğunluğun ideali paraya endeksli. Mutlu bir hayatın ne olduğundan anlaşılan şey daha farklı ve sorun orada gibi geliyor bana. Para sahibi olmak, evlenmek, iyi bir kariyere sahip olmak ideal dünya için yeterli bir tablo. Usta’da ise daha farklı ideallere de sahip olabileceğimizi görüyoruz. Normal bir ustaya gidildiğinde, arabalar tamir edilir, çok para da kazanılır, kimsenin karısının da kümesli bir evde oturuyorum diye derdi olmaz, ne de ustanın bir derdi olur. Ancak film başka bir yerler daha var diyor ki zaten o yüzden değerli geliyor bana.

Uzun yıllardır reklam yönetmeni olarak çalışıyorsunuz. Sinema ve reklam yönetmenliği arasında bir karşıtlık yok mu?
Duygu Güzelmeriç: Reklam filmi ya da sinema filmi tabii ayrı ayrı şeyler. Ama Bahadır Karataş kendi filmine ne kadar özeniyorsa reklam filmine de o kadar özeniyor. Yani sonuçta reklam filmi de bir film ve onun da öyküsü var. Bir şey anlatmak gerekiyor. Yani amaç tamam bir ürünü satmak ama biz onu hiçbir zaman tüccar mantığıyla yapmadık. Reklam yönetmenliği ya da film yönetmenliği diye bir şey olmaz ki zaten, yani yönetmensen her filmin yönetmenisin.
Bahadır Karataş: Belgesel yaparsın, kısa film yaparsın, reklam filmi yaparsın fark etmez. Reklam filmi, bir kere adı üstünde film. Biz işin film kısmıyla ilgileniyoruz. O çok yanlış düşünülüyor, sanki biz reklamı tasarlayıcı, ürün satıcı gibiymişiz gibi. Küçümsemek için söylemiyorum ama o alan üniversitelerde okutulan apayrı bir disiplin, bir meslek dalı, yani başlı başına bir iş. Bizim bilgilerimiz kulaktan dolma. Sadece temasta olduğumuz reklamcılardan reklamla ilgili bilgilere sahibiz. Biz işin film ile ilgili halkasıyız. Hepimizin anlayışı hangi işi yapıyorsan hakkını vermelisindir. Elimizden gelenin en iyisini yapmak zorundayız.
Reklam filmi dediğimizde bizi heyecanlandıran işin o film kısmıdır. Gene ışık kullanırsın, kamera, oyuncu, kullanırsın ve filmciliğin kuralları geçerlidir. Filmci refleksiyle, kafasıyla, o çerçeveden bakıp düşünürsün. Bir hikaye anlatman gerekir. Yani bir dil gibi… Dili küfür etmek için de, satış yapmak için de, sevgi ifade etmek için de, bir hikaye yazıp sanat için de kullanabilirsiniz. Sinema da bir dildir. Biz bu dilin ustaları, kalfaları, çırakları olarak onu en akıcı şekilde kullanmaya çalıştık. Evet, reklam filmleri sanatsal değil ticari bir faaliyet ama bizi heyecanlandıran kısmı, bir sinema faaliyeti yapıyor olmak. Yoksa reklamcı değiliz anlamayız bile yani. Onlar konuşunca da bakarız anlamayız. Bizim işimiz filmcilik kısmıyla.
 

Film için yepyeni bir mekân oluşturmuşsunuz. Yüksekteki idealleri olan bir usta için Eskişehir’i tepeden izleyebildiği bir yer. O hangarımsı eski püskü uçak atölyesi şehrin ışıklarıyla tezat oluşturuyor. Bu yerleri nasıl belirlediniz? Nasıl tasarladınız?
Duygu Güzelmeriç:
Bir filme başlamadan önce bir mekan bakılıp bir sürü fotoğrafları çekilir, içlerinden seçilir, eleme yapılır. Kurulan öykünün geçmesine uygun bir mekan olmalıydı. Bahadır Karataş’ın olmasını istediği yer Eskişehir’i tepeden gören bir yerdi. Aşıklar Tepesi olarak bilinen bir yer orası. Önce prodüksiyondan Oğuz Ongun, Sertan Özcan ve arkadaşlar gidip fotoğraflarını çektiler. Fotoğraflara baktık daha sonra mekanları gezdik. Belirli şeyler vardı film için gerekli, ev olacak, ambar olacak ve aklımızda belirli açılar vardı. Oradan uçak havalanacak ve buna uygun bir düzlüğe ihtiyacımız vardı.
Bahadır Karataş: Bir kaç yıl önce benim sınıf arkadaşım Melih Hoca’yla orada dolaşmıştık. Melih Hoca Öğretim Görevlisiydi o zaman. Onunla dolaşırken, ben o zaman buradan uçak kalkabilir mi kalkamaz mı emin değildim. Orayı çok beğenmiştim. Pilotlara sorduk bir fikir edindik.  Başka yerlere baksak da orası bir türlü aklımdan çıkmamıştı ve gece de fotoğraflarını çektik, çok büyüleyiciydi kentin ışıkları. Burada kuracağımız bir ev ve bir ambar nasıl olur diye hayal ettik. Tasarladığımız resimlere uygun bir biçimde önce kağıt üzerinde yerlerini kararlaştırdık ve inşaata başladık.
Şehir uzakta değil aslında yakın. Hep Mete’nin tabiriyle, vaktiyle şehrin dışında kurulmuş bir ev, ama şehir oraya doğru yürüye yürüye gelmiş ve nerdeyse artık onları içine almak üzere. Öyle bir yer arıyorduk ve bulduk.
Duygu Güzelmeriç: O tepe bir bakıma bir zamansızlık hissi yaratıyordu…
Bahadır Karataş: Bir şey düşünerek sezgilerle bir şey yapıyorsunuz ve bu insanlara aklınıza hiç gelmeyen farklı bir şeyler hissettiriyor yani artık bizden bağımsız bir şey. Örneğin bir sosyolog filmle ilgili şöyle bir şey yazmıştı. “Bu film bana Heidegger’in “Varlık ve Zaman” isimli kitabını okutturuyor. Filmde aynı anda üç katman var gibi. O tepedeki ev’in zamanı 70’ler, sanayideki dükkân 80’ler ve Sivil Havacılık da sanki daha çok 90’lar.”
Usta’da biz aslında tam tersine dönemin tam göbeğine olmak istedik ve Usta’yı bir dönem filmi olarak gördük. Çok zor bir şey içinizde bulunduğunuz dönemden kendinize bakmak. Eskiye bakmak daha kolaydır çünkü o dönemi oluşturan bir atmosfer vardır. Diliyle, her şeyiyle daha önce yaşanmış bir dönemi yansıtmak daha pahallı bir yol olmasına karşılık nispeten kolaydır. Ancak kendi dönemini ortaya koyabilmek gerçekten zormuş ben de bunu bu filmi yaparken daha çok fark ettim. Ne kadar hakkıyla üstesinden geldik bilemiyorum ama bence başarılıydı. Biz zamansızlık hissi yaratmaktan çok yerel ve bugüne özgü, içinden geçtiğimiz bu hassas dönemin ruh halini yansıtmaya çalışan bir film yaptık. İstedik ki usta geleceğe gönderdiğimiz bir mektup olsun “bakın 2000’li yılların Türkiye’sinde böyle bir ülkeydik biz” desin. “Böyle bir yaşantımız vardı, kafamızdan bu tür sorular geçiyordu, bu tür güvensizliklere ve hassasiyetlere sahiptik” bu yüzden çok bize özgü bir atmosfer için çalıştık. Bu yerellikten evrenselliğe varabilmek istedik.
Duygu Güzelmeriç: Doğan da zamansız bir adam aslında.
Bu filmin renklerinden biraz söz edebilir miyiz? Kırmızının filmde özel bir anlamı var gibi gözüküyor.
Dışı soğuk içi sıcak bir film olsun istedik demiştim. Mavi soğuk, kırmızı ise sıcak bir renk. Bir sabaha karşı, gece, bir kuş uçuşuyla, maviyle başlar ve film birebir aynı resimle biter. Bu kez ise bir gün batımıdır, kırmızıdır ve bir uçak dolanır. İki resmi üst üste koyarsanız ikisi aynıdır. Sadece renkleri farklıdır. Maviden kırmızıya giden bir film olarak da izlenebilir, aksesuarlar, filmin genel atmosferi, dili ruhu, mavi ile kırmızının sürekli kapıştığı, çarpıştığı, iç içe geçtiği, seviştiği bir film olarak da düşünülebilir. Kırmızı bir sürü şeyin rengidir. Bir çözümleme aslında kısıtlayıcı bir şey sözle her şeyi ifade edemiyorsunuz. Kırmızı bir uçak, ve kırmızıyı daha çok tutkulu aşkın rengi olarak da düşünebilirsiniz. Metaforla hareket etmek isterseniz uçağın varmak istediği yer mavidir.
 

Usta ile ilgili söylemek istediğiniz son şeyler…
Duygu Güzelmeriç:
Herkes bu filmi izlesin istiyorum. Yaptığınız bir işin dışına çıkıp ona yeniden bakabilmek çok zor. Çok gönül verdiğimiz bir iş ama ben yine de başka bir şey yaptığımıza, samimi olduğuna, içinden bir ders çıkarılabileceğine ve son dönem Türk sineması içinde ayrı bir yeri olan bir film olduğunu düşünüyorum. İnsanlar görsünler sonra bir arada konuşalım istiyorum.

Yorum Gönderin