Bakınız 2010 Yıllığı: Ali Yaşar Tuzcu

2010 senesi birçok açıdan 2009’a göre daha iyi filmlere şahit oldu. Bunu yakın zamanda gerçekleşecek olan ödül törenleri de gösterecektir. Kıyasıya gerçekleşecek olan film muharebeleri sonucunda her ne kadar yine çoğunluğun ilgi alanına girecek olan filmler ödüllendirilecek olsa da biz en azından kendi adımıza kendi sevdiğimiz filmleri dile getirerek onları ödüllendirebiliriz kendi çapımızda.

15- Sosyal Ağ (Social Network) (Yön: David Fincher)

Sosyal Ağ bana göre Facebook meselesinin Fincher sinemasıyla harmanlanmasından ortaya çıkan bir karışım. Fincher’ın çok başarılı olduğu karakter yaratma meselesini burada da görebiliyoruz. Burada yaratılan karakterin gerçekten Zuckerberg olup olmadığını bilemeyiz ama bunun Fincher’ın Zuckerberg’i olduğundan eminiz. Konuyu bir arkadaşlık meselesi olarak ele almayı tercih eden Fincher, ilk başta böyle yaklaşıyor ama filmin ilerleyen kısımlarında arkadaşlık ve düşmanlık meselesinin sınırlarını yavaş yavaş gevşetiyor ve bunun sonucunda her zaman filmlerinde kullanmayı sevdiği belirsizlik hissi çıkıyor ortaya… Filmi benim adıma olumlu kılan en önemli unsur karakterlerin ciddi anlamda derinlikli olarak yaratılmış olmasıydı. Nolan’ın Başlangıç filminde eksik olan şey Fincher’ın filminde vardı ama Nolan’daki teknik başarının Sosyal Ağ’da olduğunu söylemem mümkün değil. Elbette filmin bir biyografi olması bunun gerekçesi olabilir ama kurgusal anlamda filmin kullanmış olduğu dilin çok yavan olduğunu düşünüyorum kendi adıma. Bütün öğeleri bir araya topladığımızda filmin yine de Fincher filmi olması gerekçesiyle izlemeye değer olduğunu düşünüyorum ben…

14-Winter’s Bone (Yön: Debra Granik)

Winter’s Bone aslında çok fazla göze çarpan bir yönü olmamasına karşın Amerikan bağımsız sineması içerisinde önemli yer tutan bir film. Bunun başlıca sebebiyse alışılagelmiş bir amerikan filmi olmaması. Öncelikle kırsal kesimle uğraşıyor olması onu ayrı kılan önemli bir unsur. Ayrıca kırsala da tam bir ilkellik yüklemek yerine onun kendi algılama biçimlerini yaratması da bir diğer önemli noktası aslında. Bunların dışında Jennifer Lawrence’ın başarıyla canlandırdığı Ree Dolly karakterinin de oldukça derin bir figür olduğunu söylemek mümkün. Ree’nin bu ataerkil ve acımasız düzende hayatta kalma çabasıyla birlikte yine baba figürünü bulmak zorunda kalması meselenin sembolik yanını destekler nitelikte. Filmin sinema dilinde kullanmış olduğu tekinsizlik ve ortada dönen suç ya da cinayet mevzusu filme karakter dramı ve suç filmi türleri arasında gezinme şansı da sunuyor. Eğer Amerikan sinemasında farklı bir yaklaşım görmek isterseniz, bu filmi size tavsiye edebilirim ama ilgilendiğiniz bir alan değilse izlememeniz devasa bir kayıp olmayacaktır.

13- Başlangıç (Inception) (Yön: Christopher Nolan)

Nolan’ın filmini şüphesiz ki herkes büyük beklentilerle izledi çünkü Nolan sürekli çıtanın üzerinde işler çıkaran bir yönetmendi ve bu filminde düşler dünyasının sularında dolanacaktı. Ayrıca bahsetmiş olduğu on yıllık bir süreçte oluşan hikayesi ve Nolan’ın da bir dönemler Insomnia hastalığıyla cebelleşmiş olması filmi bütün bu sebeplerin toplanmasıyla aşırı derecede çekici yapıyordu. Kendi adıma filmi çok beğenmediğimi söylemek zorundayım. Nolan’ın yaratmış olduğu düş alemlerinin tipik Holywood aksiyonlarını aratmayacak derecede basit olması bir yana karakter yaratma ve karakterleri derinleştirme noktasının da çok sorunlu olduğunu düşünüyorum. Filmin sinema dili ve hiç dinmeyen aksiyon öğeleri taşıması onu bir Memento’nun yanına taşımaya yetmiyor ve bunun sebebi de filmin karakterlerin oluşturulmasına hiç önem vermeyip tamamen tekniğe eğilmesinde yatıyor. Müthiş bir kurgu ustası olan Nolan bunu bu filminde de son derece başarılı kullanıyor ama gel gör ki filmde seyrettiğimiz bütün karakterler tamamen derinlikten uzak, tekniğin bir parçası olmaktan başka bir işe yaramayan piyonlara dönüşüyor. Yine de Nolan’ın güçlü kurgusu ve zekice kullandığı sinema dili filmi “iyi” diye tanımlayabileceğimiz bir konuma taşıyor. Popüler sinema algısıyla da düş, rüya ya da bilinçaltı kavramlarıyla ilgilenmesi de filmi önemli kılan bir diğer önemli ayrıntı.

12- Yalnız Bir Adam (A Single Man) (Yön: Tom Ford)

Tom Ford’un elinden çıkan Yalnız Bir Adam elbette seyircisini beklenen şekilde görsel gücüyle etkiliyor ilkin. Popüler bir queer-trash yapmayan Tom Ford aksine derinlikli bir karakter draması sunuyor bizlere. Konusunda yer alan popüler tonlar (ölüm, aşk, özlem…) olsa da metni (kitap uyarlaması) adeta bir auteur edasıyla sinemaya uyarlayan Ford’u bu konuda tebrik etmek gerek öncelikle. Ayrıca kullandığı yakın çekimler ya da renk tonları üzerinde yaptığı oynamalar da filmin bütünlüğüne büyük açıda katkıda bulunuyor. Tabi filmin başarısını tamamıyla Ford’a yüklemek çok da yerinde olmayacaktır çünkü Moore ve Firth’in oyunculukları ve Ford’un her seferinde dile getirdiği gibi destekleri de azımsanamayacak nitelikte. Performanslarıyla büyüleyen iki oyuncunun da karakterlerinin içine girme konusunda çok başarılı olduğunu belirtmek gerek. Eşcinsellik meselesini sömürmemesi ayrıca azınlık çoğunluk ilişkilerini korku kavramı üzerinden ele alan ders sahnesi filmin diğer artılarından. Her ne kadar ders sahnesinin aşırı didaktik olduğu gerçeği göze çarpsa da yönetmenin ilk filmi olduğu gerçeğini düşünmek gerektiğini düşünüyorum ben… Kısaca Ford’un kostümlü dramasında kullanmış olduğu sinema dili ve karakterlerin uyumu beni en etkileyen unsurlar oldu Yalnız Bir Adam için.

11- Tavşan Deliği (Rabbit Hole) (Yönetmen: John-Cameron Mitchell)

Mitchell sansasyonel iki film çekmiş “aykırı” bir yönetmen. Eşcinsel sinemasına olan hakimiyeti ve cinsel kimlik meseleleriyle olan sıkıntılarını belki en çok ikinci filmi olan Shortbus’ta koyuyor önümüze. Dolayısıyla Tavşan Deliği benim hevesle beklediğim bir film oluyor. Bunun bir sebebi banliyö yaşamı gibi Holywood tipi bir konuyu ele alması ve bu konuyu ele alanın Mitchell olması. Bu öğelere bir de Diane Keaton, Nicole Kidman ve Aaron Eckhart gibi öğeler de eklenince film “izlenmesi şart olanlar” listesine giriyor. Filmi izlediğimde öncelikle filmin güçlü bir sinema dili taşıdığı gerçeğinden bahsetmem gerektiğini düşünüyorum ben. Film genelde aile dramı kavramını sömüren bir algıyla hareket eden Holywood dramlarının aksine post-travmatik bir dönemi ele alıyor. Çocuklarını bir trafik kazasında kaybetmiş olan Becca ve Howie çiftini ele alıyor. Bu süreci anlatan film “o an”ı gösterip duygu sömürüsü yapmak yerine bu süreci “mesafeli” bir şekilde ele alıyor. Aslında “mesafeli” kavramı film için kullanılabilecek en doğru kelime bana göre. Çünkü Mitchell film içerisinde tonlarca çıldırma ya da kavga sahnesi kullanabilecekken bunun yerine daha sakin bir biçimde yaklaşıyor olaya. Finalde bir kavga sahnesi kullanma nedeniyse bunun climax öğesi olarak kullanılmasına duyduğu gereksinimdi. Her ne kadar film bir tiyatro oyunu uyarlaması olsa da Mitchell’in kullanmış olduğu sinema diliyle oldukça güçlü bir aile dramına dönüşüyor. Bunun yanı sıra tipik Holywood dramlarının aksine çok da umut vadeden bir son sunmaması filmi benim için ayrı kılan bir unsurdu. Kısaca Tavşan Deliği yılın en iyi dramları arasında kendine iyi bir yer bulabilecek bir film.

10- Ejderhanı Nasıl Eğitirsin? (How to train your dragon?) (Yön:Dean DeBlois, Chris Sanders)

Dreamworks’un animasyon algısını Disney’le kıyasladığımda hep daha yaratıcı ve daha zekice bulmuşumdur. Bu filmde de bunu görmüş olmam benim için oldukça çekici bir unsur aslında. Ejderha kavramına bakış açıları çok farklı olan Batı ve Doğu’nun bakış açılarını tekrardan inceleyen filmin Ejderha’yı ötekileyen ve sürekli olarak öldürülmesi gereken olarak gösteren Batı yaklaşımını yeniden inşa etmeye çalışan bir yan taşıyor. Uzlaşmacı bir yaklaşım sunan film şu soruyu soruyor bizlere: Öldürmekte ısrarcı olduğumuz ejderhaları öldürmek yerine anlamaya çalışırsak durumun daha farklı olabileceğini düşünmedik mi hiç? Bu açıdan ejderha sadece ejderha olmakla kalmıyor ve Batı’nın tehdit olarak aldığı her türlü öğeye dönüşüyor bir bakıma. Bu açıdan bakıldığında filmin aslında bir günah çıkarma ya da uyanış olduğunu düşünmek mümkün oluyor. Kısaca Ejderha mitini ve mite Batı’nın yaklaşımını ele alan film bana göre yılın en iyi animasyonlarından biri olmak adına çok önemli şeyler taşıyor.

9- Oyuncak Hikayesi 3 ( Toy Story 3) (Yön: Lee Unkrich)

Disney filmleriyle aram çok hoş olmasa da Oyuncak Hikayesi serisi benim için hep farklı bir yerde durur. Bunun sebebi hem taze bir fikir sunması hem de bu fikri başarıyla ekrana dökebilmesidir. Serinin yıllar sonra yapılmış olan bu üçüncü filminiyse kendi adıma çok beğendiğimi söylemem gerek. Bir seri olma psikolojisiyle kendini tekrarlamak yerine sürekli yenilenen Oyuncak Hikayesi bu sefer “Sahip olanın büyümesi” noktasına odaklanıyor. Andy’nin üniversiteye gidecek olması oyuncakları telaşa sokuyor ve onlar da Andy’nin çatı katında kalmak ya da çocuk yuvasına bağışlanmak arasında kalıyor. Çatı katı yerine çocuk yuvasını tercih etmeleri öyküyü oluşturan öğe oluyor ve oradaki karakterlerle olan ilişkileri de esas meseleyi oluşturuyor. Finale kadar oyuncakların başından geçenler hem çok renkli hem de çok başarılı bir şekilde aktarılıyor bize. Bunun yanı sıra aidiyet psikolojisini de derinlemesine inceleyen filmin aslında uzun uzadıya düşünülmesi gerekilen noktaları da olduğu bir gerçek. Finalinin “Oyuncaklar sadakatle sahibini beklemelidir ve beklemezlerse başlarına kötü şeyler gelir” gibi bir mesaj vermemesi de Disney’in didaktik kaygısından biraz da olsa sıyrılmasını sağlıyor filmin. Kısacası Oyuncak Hikayesi 3 de kesinlikle yılın en iyi animasyonlarından biri.

8- Precious (Precious: Based on the novel “Push” by Sapphire) (Yön: Lee Daniels)

Lee Daniels’in Precious filmi beni kesinlikle yılın en etkileyen yapımlarından biri oldu. Yönetmenin çok başarılı bir biçimde ekrana koyduğu film, Precious’un içsel dünyası ve dış dünyanın acımasızlıklarının çatışmasını dengeli bir biçimde sunuyordu ekrana. Olayların duygu sömürüsüne müsait olması ama Daniels’in bu tarz bir eğilime hiç kaymaması filmi benim için etkileyici kılan bir diğer unsurdu. Daniels öteki olma meselesini hem kadın hem de siyahi olma meselesi üzerinden ele alırken her şeyden önce Precious’un bir birey yani bir insan olması meselesinin altını çiziyordu. Diğer taraftan Precious’un annesi Mary’nin ona kötü davranmasını grotesk bir biçimde ele alarak onu da böyle olmaya itenin sistem oluşunu sunuyordu bizlere. Dolayısıyla bir suçlu aramak yerine zincirleme bağlantılar kuran Daniels siyahi bir öteki olma duygusunu toplumun kurumları içerisinden verirken kadın olma durumunun ataerkil yapılanma içerisinden veriyordu seyircisine. Baba figürüyle sorunları olan bu kadınlar zaten ev içerisinde ancak kendi içerilerinde var olabilirlerken; ev dışında da toplumun baskısına ve dışlamasına maruz kalıyordu. Bu içinden çıkılmaz ikilemi sevgi mesajıyla ele alan Daniels’ın umut veren yaklaşımınıysa aşırı didaktik bulmak pekala mümkün. Yine de filmin geneline yayılan kasvet ve karamsarlık finaldeki mesajın göz ardı edilebilmesi açısından olumlu bir yandı.

7- Benim Adım Aşk (Io sono l’amore)  (Yön: Luca Guadagnino)

Elimizde bir burjuva öyküsü var. Kurallarıyla yaşaması gereken bir burjuva ailesi. Büyükbabanın varislerine haklarını dağıttığı bir akşam yemeği. Edoardo Recchi’ye verilen verilen varislikle gelen başarı ve o günün sabahında bir spor müsabakasında aldığı yenilgi. Annesi Emma’nın gizli geçmişi ve tutkulu yaşam anlayışı. Kızkardeşi Elisabetta’nın kendi yaşamıyla ilgili aldığı kararlar… Kısacası bir aile dramı Benim Adım Aşk ama öyle sıradan bir burjuva çöküş öyküsü değil elbette. Altında barındırdığı doğaya bağlılık unsuru ya da içsel keşif meseleleriyle kendini diğerlerinden sıyıran bir film… Aslında bütün meselesi burjuvanın özgür ve istediğini yapabildiğine dair çizdiği illüzyonu adım adım yıkmak ve onun hapseden, zorlayan, sıkıştıran ve boğan yanını göstermek. Bunu yaparken kullandığı tonlar ve çizdiği derinlikli karakterlerle takdiri hak eden bir film. Filmin diğer bir önemli unsuruysa Tilda Swinton’du elbette. Swinton’un canlandırdığı anne figürü Emma filmin en dikkat çeken karakterlerinden biri çünkü o da aslen rus olan ve bu İtalyan burjuvası içerisine sıkıştırılmış bir kurban. Çocuklarıyla olan bağı sebebiyle bir şekilde ailesiyle olan ilişkisini koparmıyor ama yine de acı çekiyor ve zamanla kendini feda ettiğini anlıyor ve… Kısaca Benim Adım Aşk yılın en iyi filmleri arasında hem Swinton’ın oyunculuğuyla hem de Guadagnino’nun yönetmenliğiyle yerini alıyor.

6- Sihirbaz (L’illusionniste) (Yön: Sylvain Chomet)

Sihirbaz bana göre yılın en iyi animasyonuydu ve bunun altında yatan en önemli gerekçem de Chomet’nin bu bakir alana getirmiş olduğu yenilikçi nefesti. Jacques Tati’nin sinemaya uyarlanmamış bir senaryosundan uyarlanan film bir illüzyonistin öyküsünü anlatıyordu bize. Fransa’da tutunamayan ve bu yüzden İskoçya’ya giden illüzyonist orada yaptığı gösterilerle bir kızı etkiler ve aralarında bir dostluk başlar… Hikayesi çok klişe olan filmde Chomet’nin tam anlamıyla bir sessiz film estetiği kullanması filmin naif havasına çok büyük katkıda bulunuyor. Ayrıca filmdeki karakter çizimleri çoğu animasyonda göremeyeceğiniz derecede yaratıcı. Zaten Chomet’nin bu konudaki yeteneğini kanıtladığı bir diğer filmi Belleville’de Randevu’ydu. Bu filminde kullandığı sinema dilinin de bahsettiğim diğer filmine benzediğini söylemek mümkün. Ayrıca filmde kapitalist dünya düzenine yaptığı bir eleştiri olduğunu da görmeniz mümkün. Bunu söylememdeki amacımsa filmin bunu propagandavari bir biçimde yapmak yerine filmin naif yanına yerleştirmesi konusundaki başarısı. Kısacası Sihirbaz örneğini çok fazla göremeyeceğiniz bir animasyon şaheseri tabi Tati’nin de katkılarıyla.

5- 127 Saat (127 Hours) ( Yön: Danny Boyle)

Danny Boyle’un eklektik bir sinema yaratma çabasının son örneği Slumdog Millionaire’di. Tabi eklektizmde Danny Boyle’un yaklaşımından da bahsetmek gerektiğini düşünüyorum evvelden… Çünkü Boyle için eklektizm sadece Doğu-Batı kültürü adına gelişen bir süreç değil daha geniş bir yapılanma. Film türleri arasında yaratmaya çalıştığı bir eklektizm örneğini de görmek mümkün Boyle’da. Örneğin Günışığı (Sunshine) isimli filminde uzay filmi kavramını varoluşsal bir dram gibi ele alıp türler arası bağlantılar kurmuştu. Bu açıdan 127 Saat’de de böyle bir şey yapmaya çalıştığından bahsetmek mümkün. Film Aron Ralston isimli bir “maceraperest”in elinin kanyonda bir taş altına sıkışması ve tam beş gün boyunca orada sıkışıp kalmış bir halde yaşadıklarını anlatıyordu. Normalde statik bir biçimde gelişen bir film olması mümkünken Boyle bu sıkışmışlık hissini dinamik bir teknikle bize vermeyi tercih ediyor. Bu dinamik algı ve konunun içinde yer alan sıkışmışlık hissinin yaratmış olduğu çatışma filmi yılın en başarılı filmleri arasına sokuyor. Bu dinamik olgunun filmin içinde bir saniye olsun sıkılmamamızı sağladığını belirtmem gerek. Bunun dışında James Franco’nun Aron Ralston performansı kesinlikle takdire değer. Kısacası 127 Saat bana göre Danny Boyle filmleri arasında teknik açıdan en başarılılarından biri olarak yerini alıyor filmografisinde.

4- Annemi Öldürdüm (J’ai tué ma mere) (Yön: Xavier Dolan-Tadros)

Dolan’ın filmini İstanbul Film Festivali’nde gördüm ve benim için görsel açıdan büyüleyici bir deneyimdi. Zaten Dolan’ın öykü anlatma biçimi de görseli üzerinden gelişiyor bir şekilde… Annesiyle sorunları olan bir gencin annesiyle olan ilişkisine odaklanan filmin en önemli yanı şüphesiz ki bunu anlatma biçiminde kullandığı görsel teknik. Karakterlerinin ruhsal deneyimlerini ya da içsel sorunlarını görsellik üzerinden oluşturan Dolan bunu yaparken tercihler açısından mükemmel seçimlerde bulunuyor. Hubert karakterinin kendi düşüncelerini kayda aldığı sahnelerde siyah-beyaz öğeler kullanan Dolan genel olarak renkli tonlar üzerine kullanıyor tercihini… Sahnelerin içeriğine göre sahneyi karartma ya da canlandırma üzerine giden Dolan’ın bunları yerli yerinde kullandığını söylemek mümkün. Kısacası Annemi Öldürdüm hem festivalin hem de yılın en iyi filmlerinden biriydi.

3-  Geride Kalan (Time That Remains) (Yön: Elia Suleiman)

Elia Suleiman her zaman karşınıza çıkabilecek yönetmenlerden biri değil. Aslına bakarsanız bir başka örneğine daha rastlayabilme ihtimaliniz şüpheli olan yönetmenlerden biri. Kendisi Filistinli bir yönetmen ama bu liste içerisinde kendini sinema algısıyla sıyırabilmeyi başarabilen ve bu yüzden de dünyaca tanınmış bir yönetmen. Suleiman azınlık olma meselesini kör göze parmak bir biçimde ele almak yerine absürt öğelerle süsleyerek sunuyor bize… Filistinli olma durumunu kaosun düzeniniz haline gelmesi şeklinde sunuyor ve bu yüzden duygu sömürüsü yapmak yerine öznel bir sinema diliyle hareket etmeyi tercih ediyor. Geride Kalan isimli son filminde kendi ailesinin öyküsünü anlatan Suleiman yine bu absürt sinema algısını kullanmaktan çekinmiyor ve sistemle alay ederken onun deliklerini tek tek ortaya koyuyor filmin içerisinde. Saçmalıklar ya da anlamsızlıklar silsilesinde sizi kahkahalara boğabilecekken bunun yerine daha derinlikli bir güldürü yaratmayı tercih ediyor. Aslında her sahnesinde ilginç bir şekilde sizi gülümseten ama aslında düşündürerek rahatsız eden öğeler barındırıyor. Bu kritik meseleye olan öznel yaklaşımı beni birçok açıdan derinlemesine etkiliyor ve filmi benim listemde kesinlikle izlenmesi gerekenler sıralamasında baş sıralara yerleştiriyor.

2- Siyah Kuğu (Black Swan) (Yön:Darren Aronofsky)

Darren Aronofsky sinemasını her zaman hayranlıkla takip etmişimdir çünkü Aronofsky çok evrensel bir konuyu çok özgün bir dille ele alabilen bir yönetmendir. Bu konuyu özetlemek gerekirse “Bedensel ve ruhsal bağımlılıklar” olduğunu söyleyebiliriz. Bir Rüya için Ağıt filminde uyuşturucu, Pi filminde matematiksel konular ve Güreşçi filmindeyse ün ve şöhret üzerinden ele alıyordu bağımlılık mevzusunu. Kaynak bütün bu konularda biraz daha ayrı bir yerde duran bir filmiydi. Orada bağımlılıktan daha çok içsel keşif sürecini tarihsel bir biçimde ele alıyordu ama bunu yaparken görkemli bir görsellik kullanıyordu. İşte Siyah Kuğu filminde Kaynak’ta kullandığı büyüleyici görselliği içsel ve dışsal bağımlılık konusuyla harmanlıyor Aronofsky. Bu açıdan film Aronofsky’nin filmografisindeki yaklaşımları birbirine eklemesi açısından da önemli. Aslında konu oldukça alegorik bir biçimde ilerliyor: Kuğu Gölü balesinde iki kuğunun (Siyah ve Beyaz Kuğu) tek bir bedende birleşmesi üzerine odaklanan film bunu Nina isimli hırslı fakat kontrollü balerinin üzerinden ele alıyor. Beyaz Kuğu’nun kontrollü estetiğini sorunsuz bir biçimde ele alan Nina Siyah Kuğu’nun baştan çıkaran kontrolsüzlüğünü ele alırken sorunlar yaşıyor ve… Konuya çok da dalıp filmin büyüsünü bozmak istemiyorum. Kısaca sanatın kontrollü bir süreçte mi yoksa kontrolsüzlük bir anarşi içinde mi oluştuğunu ele alıyor film ve bunun bağımlılık öğesiyle olan bağları Nina karakteri üzerinden geliştiriyor. Bunu yapan Aronofsky öyle başarılı bir sinema dili kullanıyor ki koltuğunuza çivileniyorsunuz. Portman’ın sersemleten performansından da bahsetmek gerek çünkü gerçekten olağanüstü bir performans sergilediğini düşünüyorum ben. Siyah Kuğu film olarak bu yıl çok daha ismini duyuracak bana göre ilerleyen ödül törenlerinde.

1-  Akvaryum  ( Fish Tank) (Yön: Andrea Arnold)

Sosyalizm (Film Socialisme) (Yön: Jean-Luc Godard)

İki film arasında kararsız kaldım çünkü ikisi de benim için bir film olmaktan daha çok benzersiz birer deneyimdi.
Öncelikle Akvaryum’la başlayayım (Gerekçemi isim sırası olarak alabilirsiniz.). Akvaryum bana göre bu yılın değil kesinlikle son yılların en iyi filmlerinden biri. Arnold’un çektiği film gerçekçi bir ton taşıyor ama taşıdığı gerçekçi tonun içerisine yerleştirdiği imgeler ve söylemlerle “En büyük fantezi gerçeklikte saklıdır.” cümlesini hatırlatıyor bizlere. Film çok şaşaalı bir öykü anlatmıyor bize. Mia on beş yaşında bir kızdır. Annesiyle yaşamaktadır ve kendine bir tutunma noktası aramaktadır.  İlkin bunu rap müzikte arar ardından annesinin sevgilisiyle olan dostluğunda ve zamanla bu süreç içsel bir dönemece girer ve Mia’nın yaşadığı bu süreçleri seyretmek de bize düşer. Mia’yı çok uzak bulmadım kendime. Aslında her izleyicinin bağ kurabileceği bir karakter Mia çünkü Mia gibi biz de hayatta kendimize tutunacak noktalar arıyoruz. Bir şekilde kendi varoluşumuza bir mana yüklemeye çalışıyoruz. Mia bu açıdan çok evrensel bir figür ve belki de bu yüzden bu kadar derinden etkileniyorum filmden. Filmin diyaloglarda ve kamera çekimlerinde yakalamaya çalıştığı doğallık bir saniye bile peşinizi bırakmıyor. Öyle ki bu doğallık deneyimi içerisine Mia’nın deneyimini de başarıyla yerleştiren Arnold benim için unutulmaz bir deneyim yaratıyor. Daha fazla ipucu vererek keyfinizi kaçırmak istemediğimden size kesinlikle filmi izlemeniz gerektiği dışında başka bir şey söylemek istemiyorum.

Godard’ın Sosyalizm’ini Filmekimi’nde gördüm ve kesinlikle şok oldum. Filmi izlerken gözümün önünde hayatı okumak, dinlemek, yazmak ve deneyimlemekle geçmiş bir entelektüel canlandı hep. Belki son filmleri ilk dönem filmlerine kıyasla politik yönlerini daha fazla ön plana çıkarıyordu ama Sosyalizm bunun belki de en can alıcı örneğiydi. Bir sosyolog gibi konuyu ülkeler ve insanlar üzerinden ele alan bir Godard vardı ilkin. Bu Godard kendine mesken olarak bir geminin içini ve o gemideki yolcuların yaşamlarını alıyordu. Bu mekanın içerisinde hepsinin ilişkilerini inceleyen Godard’ın dışında bir de Batı düşüncelerini aile içerisinden ele alan bir diğer Godard vardı filmde. Bu Godard iki çocuklu bir aile ve o aileyi izlemeye alan muhabirlerle ilişkilerini ve o dönemde yer alan seçim meselesini alıyordu ele. Son bir Godard vardı ki o filmin final kısmında ortaya çıkıp geminin uğradığı noktalar üzerinden tarihsel bir inceleme yapıyordu. Bu final bölümde Godard tarihteki şiddet algısı ve ezen ezilen ilişkisini inceliyordu kendi perspektifinde. Sonuçta bütünde unutulmaz bir deneyim vaat eden bir diğer filmdi Sosyalizm. Bence ideolojik bir sosyalizmle alakası yoktu Godard’ın filminin. Onun meselesi daha çok sosyal olma haliyle ilgilenen sosyal-izmdi.

Dipnot: Bu sıralama tür,teknik,oyunculuk vb. kavramlar üzerinde değişebilir. Dolayısıyla bu listedeki filmleri basitçe bu yıl içerisinde benim gözüme çarpanlar olarak alabilirsiniz. Kimi filmler 2009 yapımı olsa da ülkemizde vizyona giriş tarihlerini kriter olarak aldım kendime…

Yorum Gönderin