Bakınız Kulis: The Irishman

Daha sonra filmi teker teker de yazma hakkımızı saklı tutarak, bakınız yazarları olarak The Irishman ile ilgili fikir teatisinde bulunduk.

Müjdat Çetin: Evi boyadım geldim. Son büyük filmi izledik bence. 2010’lu yılların listesinin çok erken yapıldığının aşikar örneği oldu. Çünkü; Scorsese tipi karakter çözümlemesinin en epiği, en eleştirel versiyonunu yaşadık. Bir hayatın içinden akan giden mafya tarihi, Amerikan kültür eleştirisi. Filmden sonra izlediğim Scorsese, De Niro, Pesci ve Pacino’lu söyleşisinden de apararak son olarak şunu diyebilirim. Yaşlanmanın dayanılmaz hafifliği ve ağırlığı bu filmde…

Fırat Türkoğlu: Çok iyi filmler, çok iyi yönetmenler, çok iyi oyuncu performansları izledik hayatımız boyunca…Ama bir yönetmenin kendi sinemasına saygı duruşunda bulunduğuna ve bunu da çok iyi bir şekilde yaptığına tanık olduğumuzu sanmıyorum. Scorsese sinemasında çok görmediğimiz bir şekilde, dönemin olaylarını doğrudan siyasete de bağlayarak, gayet soğukkanlı bir şekilde aktarmış. Filmin uzunluğuna falan takanları dinlemeyin… Biraz sinemayla ilgilenen herkes, film iyiyse süresinin öneminin olmadığını bilir. Scorsese’nin bu kadar önemli oyuncuya filminde yer verip, 100 dakikada film bitirmesi beklenmiyordu diye düşünüyorum.

Buğra Mert Alkayalar: Martin Scorsese, The Irishman ile suç filmlerini ne kadar nitelikli ve derin yapabildiğini bir kez daha üstüne basarak kanıtlamış. Fakat bir fark var. Bu sefer suç dünyasındaki karakterlerin pişmanlıklarına şahitlik ediyoruz. Büyük bir zaman aralığı işleniyor. Oyunculara, müziklere ve sinematografiye söylenecek söz yok. Ancak ritim konusunda sıkıntıları olan bir film olduğunu düşünüyorum. Sinema perdesinde izlenmesi gerekiyor çünkü üç buçuk saatlik süresi ev ortamı için uygun olamıyor. Film boyunca dümdüz ilerleyen sabit bir ritme sahip olduğu için dikkat dağıtıcı ev unsurları seyir zevkini ve odaklanmayı etkileyebiliyor. Şahsen suç filmlerinden ziyade diğer yakınlarını çok daha iyi buluyorum. Başyapıt olmasa da yine başarılı bir eser olmuş The Irishman…

Haktan Kaan İçel: Scorsese görkemli suç filmlerini günümüze taşıyarak bu türün anatomisini bir kez daha çıkarıyor. Pek az mafya filminde olan hüznüyle diğerleriyle ayrılan The Irishman, yer yer kronolojikleşen tarih yapısıyla Forrest Gump’ı anımsatıyor. De Niro başrol olarak öne çıkarılsa da Joe Pesci ve Al Pacino yardımcı rollerde performans olarak daha çok öne çıkıyorlar. Filmin 3.5 saatlik zamanı kimilerini zorlayacaktır. Ama zamanın yıpratıcılığı ve bir ömre tanıklık etme hissiyatı için süre uygun denilebilir. CGI’lı yüzlere takılmazsak yılın en iyi filmlerinden biri karşınızda izlemenizi bekliyor.

Naci Köse: Bir veda busesi olarak bakarsak mükemmel bir film The Irishman. Kusursuza yakın teknik açıdan ama dedeleri başrol yapmanın sıkıntısını da yaşıyor. Sadece efektlerle oyuncuları gençleştirmek maalesef yeterli olmuyor. Özellikle De Niro’nun duruşu ve hareketleri maalesef filmden bir nebze koparıyor. Bu süreye göre gözardı edilebilecek olsa da aynı zamanda hantal olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak birçok açıdan özel bir film ancak başyapıt değil. Netflix’e de özel bir parantez açmak istiyorum. Geçen sene Roma’ya bu sene de The Irishman’e verdikleri desteklerle benim gözümde diğer platformların önüne geçmiştir. Bu yönetmenlerin projelerini bize sinemada göstertmeyen Hollywood yapımcıları utansın.

Turgay Kaplan: Filmi üç parçaya ayırıp değerlendirebiliriz. İlk bölümde Frank Sheeran’ın usul usul nasıl İrishman’e dönüştüğünü izleriz.İkinci bölümde ise Frank Sheeran’ın İrishman’e dönüşen kimliğinde en büyük gediğin açılmasına sebep olacak Jimmy Hoffa ile tanışırız. Son bölümde ise artık İrishman tamamen çözülme sürecine girmiştir ve sonunda karşımızda sadece Frank Sheeran kalacaktır. Görüldüğü gibi burada da tipik bir Scorcese örüntüsü söz konusudur. Jimmy Hoffa’lı ikinci bölümün çok fazla uzatıldığını ve fazlasıyla Hoffa karakterine eğilerek sanki buradan da Hoffa karakteriyle ikinci bir film çıkarma izlenimi yarattığı için problemli olduğunu düşünüyorum. Halbuki Hoffa İrishman’in çözülüşü dediğim son bölüme hizmet edecek kadar ortaya konsaydı yeterli olurdu. Onun dışında söyleyebileceğim olumsuz bir şey yok, saygı ve sevgi duyarak izledim filmi. Ayrıca şunu da belirtmeden geçemeyeceğim.Milenyumdan önce bir Amerikan Gangster hikayesi çekmek ve başarılı olmak daha kolaydı çünkü çekilen ve anlatılan dönemler arasında uçurum derecesinde farklılıklar yoktu.Mazi ile şimdi arasındaki uçurumun çok daha derinleştiği günümüzde Scorcese yine de başarıyor ve takdiri fazlasıyla hak ediyor.
Bir de şunu söyleyeyim.Ben artık başyapıt olmuş-olmamış gibi kriterleri önemsemiyorum. Bence her şeyde olduğu gibi sinema da evrim geçiriyor ve geçirecektir. Artık sinemanın girdiği sürecin fazlasıyla dünyanın gidişatına ve o gidişatın içinde dönüşen reel insana bağlı olduğunu düşünüyorum. Mesela, Joker bir başyapıt mıdır?Bence değildir ancak çok güçlü bir etkisi vardır Joker’in ve bu etki de günümüzün sosyo-politik ortamına çokça bağlıdır. Belki de artık başyapıt anlayışımızın değişme vakti gelmiştir.

Sinan Güven: Bilmiyorum bunu nasıl doğru ifade ederim ama film izlemeye başladığım ilk günden beri beyaz perdede olan bu muhteşem oyuncuları izlerken karakterin önüne geçiyorlardı zaman zaman, özellikle de Al Pacino, Hoffa’yı değil Al Pacino’yu izler gibi hissettim. O anlamda biraz da bu büyük kadronun bir vedası gibi geldi bana Irishman. Robert de Niro için durum biraz daha farklıydı, sanırım karakterinin daha derin işlenmesinden…
İlk yarıdaki Scorsese klasiği dönemin müzikleri ile akıcı sahneler sona doğru müziğin kullanılmadığı daha gerçekçi bir kurguya döndü zaman zaman. Once Upon A Time In Hollywood, Tarantino için de benzer bir his bırakmıştı, daha sakin, daha “samimi”. Evet eski filmleri gibi değil bu usta yönetmenlerin ama daha kötü asla değil, sadece farklı, kariyerlerinin hem zirvesi hem de belki sonuna doğru başka bir şekilde anlatmak istemişler hikayelerini. Tek eleştirim ilk yarıda CGI başarılı olsa da Robert de Niro’nun yaşını saklayamayan beden hareketlerinin büyüyü bozması oldu ama 3,5 saatin sonunda o pürüz de unutulup gitti.
Bunun üstüne Scorsese’nin bir sonraki filmi ne hissettirecek merak ediyorum.

Murat Dural: Martin Scorsese yaş aldıkça kamerasını daha da kıvrak kullanmaya başladı sanki ve ne kadar yaşlanırsa yaşlansın yeni teknolojileri, yeni mecraları kullanmaktan çekinmedi. Bu filmde de -Robert de Niro’nun vücuduyla tezat oluştursa da- gençleştirme efektinin kullanımıyla beraber karakterin geçmişiyle daha rahat özdeşleşebiliyor (değişimini ve değişmemesini görebiliyor), Netflix’in yönetmene daha fazla bağımsızlık alanı sunabilen yapısıyla beraber yarı aralık bırakılmış bir kapının ardından hüzünlü bir final izleyebiliyoruz… Scorsese’nin koridorlarda dolaşan kamerası, belleğinin içinde hikayelerini arayan bir adamın iç hareketlerini gösteriyor ve biçimle içerik bu noktada örtüşüyor. Ritim ve atmosfer çok iyi kurulmuş, özellikle Al Pacino’nun aurası müthiş.
Sadece, filmin başrolü olmasına rağmen Frank Sheraan’ın duygusal derinliğine, Robert de Niro’nun daha çok mimiğiyle, yalnız başına çekilmiş daha fazla sahnesiyle inilebilmesini beklerdim. Sürekli kayıtsız bakan bir adamdan ibaret kalmamalıydı Frank. CGI da bu konuda dezavantaj olmuş tabii, “gençlik” hallerinde.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın