Beau Is Afraid: Bizi Bu Hale Ailelerimiz Getirdi

Hayatımızın Katilleri Ailelerimiz…

Her insanı yaşamdan ölüme kadar aileleri şekillendirir. Çocukluk travmalarından doğan korkularımız, bizi defolu insanlar topluluğuna dönüştürür. Yaşamlarımız karanlık bir girdabın içine sürüklenir. Yönetmen Ari Aster da bu çıkış noktasından ana karakterinin oudipus sendromunu bizlere abartılı görsel imgelerin yardımıyla biçimsel seçimlerle olarak sunuyor.

Henüz ilk sahnesinde karşımıza ebeveyn koruyuculuğunun depresif yüzünü çıkartıyor. Kutsal anne figürünü lanetleyerek, doğum sahnesini bir korku filmi sahnesi gibi tasarlayarak korku filmine dönüşecek olan hayatlarımıza ilk adımı atıyor. Annelerin korumacı tutumlarını eleştirirken, insanın dünyasındaki distopik korku krallığını metaforik olarak karşımıza çıkartıyor. Sokaklardaki şiddetin vahşeti, televizyondaki haberlerin toplumsal korkuyu tetikleyen paranoyası ve hayatımıza doğduğumuz andan beri koyulan kurallar silselesi… İnsanların korkularının temelleri işte bu yüzden ailelerimizde yatıyor. İnsanın birey olma yolundaki adımlarını yönlendiren bu telkinler sayesinde korkularımız beslenerek güçleniyor.

Ana karakterimizin beklenti baskısıyla bir hayalkırıklığına dönüşen hayatı ve yaşamı boyunca annesine kendini beğendirme çabası hep bu yüzden hüsranla sonuçlanıyor. Bir onaylanma hissi ve bize öğretilen yanlış doğrular yüzünden daha çok hata yapıyoruz. Ailelerimiz ise işimizi hiç kolaylaştırmıyorlar. Her hatamızda korumacılıklarıyla “hata yaparken öğrenme” ve “tecrübe kazanma” yetimizi elimizden alıyorlar. Beau da böyle insanların tezahürü olmasından kaynaklı, bir kabusun içinde yan karakter olmaktan öteye gidemiyor. Ne kadar hayat bizim olsa da, dönüm noktaları bizi şekillendiriyor.

Annesine bağımlı yaşantısında karşı cinsle ilişki kurarken bile annesinin onayına ihtiyaç duyuyor. Doğru insanın kim olduğunu bilmeden ailesinin gölgesi altında hayallerine sığınmak zorunda kalıyor. Çocukluk aşkının beklentisiyle hayata devam ediyor. Hatta annesinin evinde ve hatta yatağında çocukluk aşkıyla ilişkiye girmesi bile, bunun anneye karşı bir başkaldırısı olduğunu söyleyebiliriz.

Peki Travmalarımız Ne Zaman Ortaya Çıkar?

Beau annesinin ölümüyle beraber hayatını sorgulamaya başlıyor. Annesinin ölümüyle beraber travmatik anılarıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Kendini bir yas sürecinde buluyor. Yasın aşamalarıyla yüzleşmesi gerekiyor. Aster filminde hayatı boyunca annesiyle yüzleşmekten korkan bir adamı betimlerken; onu içsel bir yolculuğa çıkartıyor. Zaten filmin başında dahi bir terapi seansında olduğumuzun altı kalın çizgilerle çiziliyor.

Annesinin ölümünün onun hayatına vurduğu şok etkisi, trafik kazası metaforuyla karşımıza çıkartılıyor. Onu kurtaran ailenin kafasındaki ilgili ve şefkat gösteren aile profili çıkması bu açıdan tesadüf değil. Oğlunu kaybeden yaslı bir ailenin, sokaktan buldukları hiç tanımadıkları bir insanı alıp iyileştirme istekleri kendilerini iyileştirme çalışmasından başka bir şey değil. Hayatını şekillendiremedikleri oğullarının yerine koydukları Beau’yu; ailelerimizin kendilerinin prototiplerini yaratma sevdası şablonu içinde konumlandırabiliriz. Zaten evin kızının Beau’yu iyileştirme çabasını evlat edinme gibi yorumlamasının tek sebebi de bu. Ailenin yanlarına aldıkları oğullarının donanmadan arkadaşını iyileştirme çabasını da, aslında yas döneminin içindeki öfke aşamasıyla paralel bir ilerleyiş gösterdiğini söyleyebiliriz.

Filmin orta bölümündeki hayatımızın tiyatrosu ise her insanın kendi benliğini sorguladığı klasik bir sorgulama sahnesi denilebilir. Her içsel çöküşün bir yüzleşme anı vardır. Beau’nun annesiyle yüzleşmesi de net bir şekilde söylenemeyenlerin açığa vurulduğu bir kabullenme süreci olarak son darbeyi vuruyor. Mahkeme sahnesi vasıtasıyla hayatın içinde ailelerin bizi dibe çeken etkilerinin anotomisini izliyoruz.

Bilinmezlikler ve Yas Süreci…

Biri öldüğü zaman insanı esas kahreden genelde sorulamayan sorular ve bilinmezlikler oluyor. Beau’nun babası hakkında pek bilgisinin olmaması ve baba figürünü arayışa geçmesi hep bu yüzden denilebilir. Hatta yıllarca bu konuyu annesine açmamasından dolayı da pişmanlıklar duyuyor. Yıllarca babası üzerine farklı anlamlar yüklese de, annesi için babası sadece bir penisten ibaret. Kim olduğunun hiçbir önemi yok. Annesi bunu oğlunun belleğine bu şekilde yerleştirerek baba imgesini canavarlaştırıyor. Bilinçaltındaki yansıması da bu yüzden dev bir canavar penis oluyor. İçimizdeki öfke hep bu belirsizlikler yüzünden hayatımızda bir tümöre dönüşüyor. Ailelerimizin şekillendirdiği labirentlerde kaybolmamızın tek sebebi ebeveynlerimizin önemli görmediği yıkıcı ayrıntılardan başka bir şey değil.

Filmin adı da bu yüzden filmin özeti gibi. Beau korkuyor. Hayatımızın içine eden ailelerimizden, istemdışı olsa da dahil edildiğimiz hayali ya da gerçek dünyanın içindeki psikolojik şiddetten korkuyor. Bu korkularımızdan dolayı dışavuruma dönüşen takıntılar, çekinceler ve kullanamadığımız potansiyelimizin hayalkırıklığından korkuyor. Özgür bir birey olamamanın varoluşsal ağırlığından korkuyor. Çünkü ne yaparsak yapalım hayatımız boyunca bu kambur beynimizden silinmeyecek ve mahvolan hayatlarımızı hiç düzeltemeyeceğiz. Neden korkmayalım ki?


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın