Biraz da yazacak yeni film bulmak bu aralar biraz zor olduğu için Before Trilogy irdeleyelim dedim. Kafa açalım;
Before üçlemesinde ilk film bana önerilirken, diğerleri konusunda insanlar genelde omuz silkiyordu: “Abi izle ama, sen bilirsin yani”
Demokrasi yanlısı biri olarak üşengeçliğimle de birleşince, sonraki iki filmi izlemedim ben de. Büyük aptallıkmış.
Demokrasi de bazen böyle batırıyor harbiden. Filmlerin güzelliğinden değil, bu üçlemenin bir bütün oluşturmasından dolayı izlemek gerek. Bu alanda en azından izlenebilir filmlerin sayısı oldukça az.
Before Sunrise: Dünya tatlısı bir film. Venedik’te el ele dolaşıyoruz. Diyaloglar üzerinden ilerliyor. Bu yöntemi yönetmen o kadar sevmiş ki diğer filmlerinde de ağırlık diyaloglarda. Diyalog olsun ki Ekşi’de şurada burada alıntılansın istiyor sanırım. Amerikan stereotypelarından kopup gelen Jesse Avrupa’nın duyarlı ve naif kızına trende gönlünü kaptırıyor. Tavlamaya çalışıyor. Bu sadeliğiyle zamanının romantik filmlerinde devrim diyebiliriz. Oturaklı, başı sonu olan bu yapımdan 9 sene sonra diğer filme geçiyoruz.
Before Sunset: Paris’in dar sokaklarındayız. Duygusal ve hayalperest ilk filmden gerçekçi ve çarpıcı 3. filme geçiş filmi kendisi. Trilojilerin 2. filmi genelde kötü olur külliyatına bir yenisi eklenmiş. Nefret ettim. Yönetmenin 9 sene sonra bu fikir gelmiş aklına. “Abi devamını yapalım falan.” Çok coşmuş bu fikre kafadan tutar zaten bu demiş. Gitmiş basit bir film yapıp arkasına yaslanıp gişeyi izlemiş. Bendeki hissiyatı buydu.
Nasıl anlatsam; Diyalog meselesini abartmışlar harbiden. Hiçbir olay istememişler bu sefer, diyaloglar da aslında tek cümleyle özetlenebilecek gereksiz uzatılmış fikirlerden ibaret. Savunulan fikirler tutarsızca değişiyor. Adam Amerikan, Amerikanca zırvalıyor…Kadın Fransız, Fransızca. Tek iyi yanı sonunda gerçek hislerini paylaştıkları an. Bulundukları yaşamın, kayıp giden yılların pişmanlığı, bu sayede sonraki müthiş filme yol yapıyor.
Ve Before Midnight: Yunanistan’dayız bu sefer. İlk iki filmin aksine başka insanlar da görüyoruz fakat serinin temasına uygun olarak Jesse ve Celine üzerinden ilerliyor yine. Karakterlerimiz yaşlanmış. Mutlu sondan sonrasını bize anlatıyorlar. Neden bu film underrated kaldı hiç anlamadım. Adeta yıllar öncesinden “Marriage Story” çekilmiş haberimiz yok. Hele otel sahnesi… Kadından harbiden ürktüm. Ettikleri her laf, ağır ve uzun süreli ilişkilerinin dengesini sarsıyordu. Before Sunrise’ın toz pembe dünyasından gelen kitleye sonsuz aşk şoku.
Genç tutkularına alışkın olduğumuz, elimizde büyümüş çiftimizin ilk defa ciddi tartışmalara girdiğini görüyoruz. Çok fazla gerildim. Gerçekçi olmaya adım atılmış. İlk film gibi, anlatmaya çalıştığı bir şeyler var. Seriyi güzel toparlamış. Önceki filmlere referanslarla dolu, yine diyalog yüklü. Mesela;
İlk filmin sonunda onlarsız sokakları görüyoruz. Bazı mekanlar vardır, hafızayı tetikler. İkinci filmde adamın o sokaklara gidip kadını saatlerce beklediğini öğreniyoruz. Uğruna kitap yazıyor Jesse. Celine’i böylece buluyor. Son filmde, bahsettiğim “marriage story pro” sahnesinde kadın çekip gidince, odaya bakıyor. Kadının yarım kalmış çayına, şarabına. Motivasyonunu buradan sağlıyor. Ardından çözüm odaklı düşünüyor. Fırsat varken tekrar Celine’in peşine düşüyor. Yıllar önceki gibi, daha iyi versiyonu. Bıkmadan, usanmadan aynı şekilde kadınını geri kazanıyor.
Çocuklardan, emek verilmiş kariyerden ve yoğun hayat stresinden sonra ertelenmiş ilişkilere vakit vermenin örneği bu film. Biz aynı insanlarız. Yüzümüze kırışıklık da vursa, meşgul de olsak aynı. Demet Akalın’ın da dediği gibi: Mutluluğun formülü çok açık; bir sen bir ben bir de sürekli farklı bir Avrupa şehri!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.