Not: Bu yazı, kitap ve filmdeki sürprizleri ifşa edecek bir yapıya sahiptir.
THE HUNGER GAMES (AÇLIK OYUNLARI)/SUZANNE COLLINS:
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadıkça hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim.” diye başlamıştı sözlerine Hrant Dink’in cenazesinde Dink’in eşi Rakel Dink. Dink’i kalleşçe sırtından vuranlar içeride. Ama vurduranlar? Bu işin arkasındaki karanlık, bu çocukların beyinlerini yıkayanlar, bu çocuklardan, gençlerden katil yaratanlar nerede? Yaptıklarının, sonu ölümlere varan davranışlarının kutsanıp terfi ettirildikleri yeni görevlerinde göbeklerini kaşıyarak oturuyorlar. Davranışlarının sonuçları üzerine düşünüyorlar mıdır? Hiç sanmıyoruz!
Amerikalı yazar Suzanne Collins’in kaleme aldığı The Hunger Games de böyle bir geleceği, böyle insanları(!) anlatıyor okurlarına. Tarihi belirsiz bir gelecek. Amerika on üç ayrı devlete ayrılmış bir yapıya sahip. Bu devletlere “mıntıka” deniliyor. Bu on üç mıntıkadan sonuncusu bu mıntıkaların bağlı olduğu Panem hükümetine isyan etmiş. Çünkü bu mıntıkalardan bazıları refah içinde yaşarken bazıları yoksulluk içinde yaşıyor. Sonuncu mıntıka bu eşitsizlikten ötürü isyan eder ve Panem’in gazabını üstüne çeker. Panem anında bu mıntıkayı haritadan siler. Sonra yarışmalar düzenlenmeye başlar. “Açlık Oyunları” adı verilen bu yarışmalarda her mıntıkadan yaşları 12-18 arasında değişen bir kız ve bir erkek seçim yoluyla ailelerinden koparılır. Toplam 24 yarışmacı oyunları düzenleyenlerin kontrol edebildiği bir bölgeye bırakılır ve aksiyon başlatılır. Bu 24 kişi birbirini öldürecek ve sağ kalmayı başaran kişi ödüllendirilecektir. Amaç ayaklanmayı planlayanların sonunun ne olacağını bu yarışmayla göstermek, yani göz dağı vermektir. 12. Mıntıka’dan Katness ve Peeta bu yarışmacılar arasında yerlerini alırlar. Hikaye de bizlere Katness’in gözünden anlatılır.
Collins’in anlatmak için seçtiği hikaye çok çarpıcı aslında… Devletin masumiyeti yıkıp katiller yarattığı bir geleceği (ne acı ki Collins’in geleceği bizim şimdiki zamanımız ve geçmişimiz) anlatıyor. Daha doğrusu anlatmaya çalışıyor. Sadece kitabın konusunu okuyarak Collins’in kapkaranlık bir distopya ortaya koyduğunu düşünmek mümkün. Lakin Collins hedeflediği kitleyi (muhtemelen Twilight okuyan, ergenliği aşamamış kişileri) fazlasıyla önemsediğinden bu karanlığı hikayesine yediremiyor ve ortaya aydınlık bir distopya çıkıyor. O kadar aydınlık ki okurda bir farkındalık oluşturamıyor kitap… Geçmişi ve geleceği üzerinde düşünmesini sağlamıyor. Halbuki şimdiye dek yazılan ve çekilen distopyalar böyle değil. Bir geleceği, karanlık bir geleceği anlatmalarına rağmen okuru/izleyiciyi kendi zamanı için de düşünmeye itiyorlar, bir farkındalık yaratıyorlardı bireylerde. Örneğin George Orwell’ın eskimeyecek eseri 1984, Aldous Huxley’nin Brave New World’ü (Cesur Yeni Dünya), Yevgeni Zamyatin’in “We”si (Biz) ve daha niceleri bireyi silkip kendilerine getirtiyorlar. Atilla İlhan’ın deyimiyle “tokat gibi kitap”lar ortaya koymuşlardı bu yazarlar. Sadece farkındalık da yaratmıyor bu eserler. Aynı zamanda devlet terörünün, totalitarizmin, despotluğun gelebileceği noktaları da açık bir şekilde gösteriyorlar. Lakin Collins’in kitabı ne felsefik, ne de karanlık olabiliyor. Ne gelecek ve/ya şimdiki zaman üzerinde düşündürtüyor, ne de farkındalık yaratabiliyor. Bunun nedeni ise Collins’in kitlesini fazlasıyla önemsemesi ve aşka ve aksiyona fazlasıyla yer vermesi.
Diğer bir eksiklikse kullanılan bakış açısından kaynaklanıyor. Collins kahraman bakış açısını kullanmayı tercih ederek bir çuval inciri berbat ediyor. Distopik film ve kitaplarda bir kişi (muhtemelen hikaye ilerledikçe kahramanlaşacak bir kişi) hikayenin merkezine yerleştirilir ama kahraman bakış açısı kullanılmaz. Bu kişi çoğu zaman sistemin tarafında olur. Örneğin 1984’te Winston gerçekleri çarpıtan haberlere imza atan birisinden sistemin yasaklarını delen ve açıkça sisteme muhalifleşen birisine, Logan’s Run filminde sistemin güvenliğini sağlayan Logan’ın sistemi yok etmeye çalışan birisine, Equilibrium’da gene Logan gibi polis olan John Preston’ın sistemin en azılı muhalifine dönüşümü anlatılır. Ama bu dönüşüm sürükleyici bir şekilde, akıcı bir üslupla anlatılır. Lakin Collins’in kahraman bakış açısını kullanması, yani Katness’in hikayesini Katness’in ağzından anlattırmasıyla hikayenin hiçbir sürükleyiciliği kalmıyor. Çünkü biliyoruz ki hikaye ilerledikçe ne olursa olsun Katness’e hiçbir şey olmayacak ve hikayeyi “şampiyon” (!) olarak bitirecek. Nitekim de öyle oluyor. Kahraman bakış açısı bazı bölümlerde heyecanlandırsa da çoğu zaman sıkıyor. Ayrıca Collins’in de manevra alanını daraltıyor. Halbuki Collins ilahi yani üstten bir bakış açısını kullanmış olsaydı hem kitabın sürükleyiciliği artacak, hem yaratıcı bir kurguyla oyunlardaki diğer yarışmacıların neler yaptıklarını anlatabilecek, böylelikle Katness ve Peeta dışındaki karakterlerin karikatürleşmelerine engel olabilecekti. Lakin bu bakış açısını kullanarak diğer karakterleri derinleştiremiyor. Bu karakterleri derinleştirebilseydi eline sağlam bir eleştiri şansı geçecekti: Normal hayatta çok sağlam dost veya sevgili olabilecek bu kişiler devletin emriyle birbirlerini öldürmeye programlıyorlar kendilerini ve bir katil haline geliyorlar. Gene de bunu hiç işleyemediğini de söyleyemeyiz. Aksiyondan, aşktan, fakirlik edebiyatından fırsat kalırsa okur bunun üzerine düşünmeye başlayabilir.
Klişelerden geçilemeyen, aksiyonu kof, sürükleyici ve felsefik ama en önemlisi bilim-kurgu olamayan The Hunger Games’te Logan’s Run’dan, The Truman Show’dan ve Survivor’dan parçalar bulmak mümkün. Bu ve bunlara benzer eserlerin karışımıyla ortaya çıkan The Hunger Games kalite olarak bu eserlerin çok gerisinde kalıyor.
THE HUNGER GAMES (AÇLIK OYUNLARI)/GARY ROSS:
Yukarıda uzun uzadıya kitabın eksiklerine değindim. Özetle Collins distopyanın hakkını veremediğini ve aşka fazla yüklendiğini söyleyebiliriz. Peki kitaptan yola çıkan filmi nasıldı? Hemen belirtelim ki kitabı beğenenleri üzmeyecek bir film ortaya çıkartılmış. Neredeyse satır satır kitabı takip eden bir senaryoya imza atmış Collins ve yönetmen Gary Ross ikilisi. Tabi her uyarlamada olduğu gibi bunda da kitaptaki bazı karakterler, ilişkiler ve olaylar filme dahil edilmemiş. Ama bunun kitabın hayranlarında bir sorun yaratacağını sanmıyorum. Kitabı benim gibi beğenmeyenler ve filmden karanlık bir tasvir bekleyenlerse tekrar hayal kırıklığına uğrayacaklar. Zira Collins-Ross ikilisi kitaptaki çoğu şeyi filme aktardıkları gibi kitabın sorunlarını, eksiklerini de filmlerine dahil etmeyi başarmışlar. Hatta şunu da söylemek mümkün: Kitabın hareket alanı filmdekinden daha geniş olduğu için filmdeki derinleştirilemeyen olaylar ve karakterler derinleştirilebiliyorlar. Ama yukarıda da belirttiğim gibi filme nazaran derinliği sağlanan bu olay ve karakterler aslında çok yüzeysel bir şekilde tasvir ediliyorlar. Yani kitap bu konuda kötünün iyisi durumundayken film ne yazık ki kötünün de kötüsü oluyor.
Öncelikle belirtelim ki Ross’un bir fırsatı vardı. Evet, film yapmak, hele hele yüz milyon dolarlık film yapmak kolay bir iş değil. Özellikle stüdyo diktatörlüğünün olduğu Amerika’da hiç kolay değil. Ama gene de Ross’un elinde bir fırsat vardı. O fırsat da kitaptan bambaşka bir film çıkarmak, kitabın eksiklerini aşan bir filme imza atmak. Ama şunu da söylemek mümkün: Yapımcılar ergenleri hedeflediklerinden The Hunger Games’i 1984 gibi karanlık bir distopyaya benzetmek yerine Twilight’a benzetmişler. Böylelikle Harry Potter ve Twilight serilerinin sona ermesiyle boşta kalacak ergenlere filmlerini sattırabilecekler. Ama yapımcıların parayı bu derece önemsemeleri ve senaryoyu kaliteli bir senariste yazdırmamaları yüzünden kolayca unutulan bir kitaptan kolayca unutulabilecek bir film çıkarılmasına neden oluyorlar.
Halbuki filmin ilk on beş dakikası ilerisi adına umut vaadediyordu. Yönetmenin bu on beş dakikada hiç müzik kullanmaması, elinden geldiğince çevreyi, 12.Mıntıka’nın yaşamını yansıtmaya çalışması ama en önemlisi yarışmacıların seçileceği günün gerilimini başarıyla yansıtması “sağlam bir film mi olacak yoksa?” diye düşündürtüp bir an heyecanlandırıyor. Ama ne zaman ki seçimler sona eriyor, Ross’un elinden de filmi kayıvermeye başlıyor. Tıpkı kitaptaki gibi filmde de diğer mıntıkaların haraçları (yarışmacıları) derinleştirilemiyorlar. Aslında kitapta yeri geldiğince bu haraçlar tanıtılmaya çalışılıyor. Filmdeyse buna hiç mi hiç gerek duyulmuyor. Kitap nasıl ki Katness’i satır satır anlatıyorsa kamera da Katness’in peşinden ayrılmıyor. Dolayısıyla bu haraçlar derinleştirilemediklerinden açlık oyunları sırasında birbirlerini öldürmeleri de insanda bir duygu, acıma duygusunu, sisteme nefret etme duygusunu yaratmıyor. Finalde kariyer haracının “Aslında ben çoktan ölmüşüm, ama haberim yoktu” gibi son derece duygusal bir açıklama yapması bile izleyenin duygularını deşmiyor. Bir diğer eksiklikse Rue ile Katness arasındaki ilişkiye önem verilmemesinde ortaya çıkıyor. Kitapta Katness’in Rue’yu benimsemesinin nedeni bu küçük kızı, kardeşine benzetmesi olarak anlatılıyor. Dolayısıyla Rue’nun ölümü Katness’in içindeki tüm nefreti ve acıyı dökmesine neden oluyor. Ama filmde bu ikisi arasındaki ilişki derinleştirilemediğinden Rue’nun ölümünden sonra Katness’in bağırıp çağırması, ağlaması hiçbir şey ifade etmeyecektir kitabı okumayanlar için. Gene diğer derinleştirme sorunu Peeta-Katness-Gale üçlüsünde de patlak veriyor. Twilight hayranlarını da kazanmak için aşka fazlasıyla yüklendiklerini söylemiştik. Ama ne yazık ki bu aşkın da hakkı verilmiyor ve klişelerle boğuluyor bu sahneler. Ayrıca Katness’in aşık olmayıp aşık gibi davranması filme dahil edilmiyor. Halbuki bizzat Haymitch tarafından kendisine “Aşıkmışsın gibi davran” dedirtiliyor. Ama Katness’in aşık olmak ile olmamak arasındaki ikilemine hiç yer verilmiyor. Filmin yüzeyselliğini ise en iyi Haymitch karakteri yansıtıyor. Kitapta içkici, her şeyi boşlamış, hiçbir şey umurunda olmayan bir şekilde tasvir ediliyordu. Sonra zamanda Haymitch bu halinden sıyrılıp öğrencilerine elinden geldiğince yardımcı oluyordu. Filmdeyse Haymitch’in gözüktüğü ilk sahnede Haymitch sarhoşken bu sahneden hemen sonra gelen sahnesinde aklı başında birisi olarak göze çarpıyor. Yani Haymitch’in dönüşümünün de hakkı verilmiyor ve yüzeyselliştiriliyor.
Açlık oyunlarına da değinmek gerekir. Daha filmin başında bizlere açlık oyunlarının gerilimli olacağı, vahşet içereceği anlatılıyor. Katness seçildikten sonra (daha doğrusu gönüllü olduktan sonra) Katness’teki korku da bizlere açlık oyunlarıyla ilgili fikir veriyor. Filmin en bomba sahnelerini içermesi gereken, hatta bu sahneler üzerinden bu sistemi, totalitarizmi yerden yere vurması gereken bu final bölümü müthiş bir yüzeysellikle geçiliyorlar. Kitapta olduğu gibi… Şöyle bir örnek verelim: Yüzüklerin Efendisi serisi için serideki her savaşın, her çatışmanın seri için nasıl hayati derecede önemliyse ve bu sahneler seriden çıkartıldığında seri de çok eksik kalacaksa açlık oyunları da film ve kitap için bu denli önemli. Zaten filmin ve kitabın ismi bile “açlık oyunları”. Ama herkesin iple çektiği bu sahneler önemsenmeyince filmin de hiçbir değeri kalmıyor. Bu filmde gençlerin birbirlerinin gırtlaklarını kesmelerine, birbirlerini boğazlamalarına, gençlerin insanlıktan çıkıp birer hayvana dönüşmelerine yer verilmeliydi. Sir William Gerald Golding’in başyapıtı “Lord of the Flies”ın (Sineklerin Tanrısı) bu derece başarılı olmasının nedeni de budur. Golding bir adada tek başlarına kalan çocukların bile hayvana dönüşebileceğini ve birbirlerini katledeceklerini kanıtlıyordu filminde. İnsanın doğası budur. Martin Scorsese’nin Shutter Island’ında da böyle bir sahneye yer verilmiştir: “Yemekle senin aranda ben kaldığımda sen elindeki taşla benim kafama vura vura beni öldürürsün”. Açlık, susuzluk, ama en önemlisi hayata bağlılığın yeri geldiğinde insana yaptırmayacağı şey yoktur. Ne yazık ki Ross ve Collins bunu yansıtamıyorlar. Yapımcıların dediklerine uyup yarışmayı Survivor’ın Türkiye’ye versiyonuna döndürüyorlar. İçine de azıcık aksiyon, bir kaç afilli (ama derinliksiz) laf koyunca işlem tamamlanıyor. Şiddetin, kanın gösterilmemesinin nedeni filmin MPAA’dan yaş sınırı almasının önüne geçilmesinden kaynaklanıyor. Belirttiğimiz sahnelere yer verilmiş olsaydı film yaş sınırı alacak ve böylelikle önemli miktarda bir kazançtan mahrum kalınacaktı. Şunu eklemeden geçmeyelim: Bu tür distopyaların içindeki seyirciler önemlidir. Zira “açlık oyunları” gibi oyunlara kana, şiddete, cinselliğe aç seyirciler için yapılırlar. Ama The Hunger Games’te ne yazık ki seyirci de es geçiliyor.
Gençlerin sistem uğruna birbirlerini katlettikleri karanlık bir geleceği anlatan kitap ve film ne yazık ki etkileyici olmayı başaramıyorlar. Kolayca unutulacak eserler oluyorlar. Tabi ki tüm bu eleştirilerden sonra “okumayın, izlemeyin” demeyeceğiz. Okuyun, izleyin ve film ile kitap gelecek üzerine düşündürtmese de gelecek üzerine düşünün.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.