29.İstanbul film festivali sona erdi. Doğruyu söylemek gerekirse ne festivalin havası ne de gösterilen filmler eskisi kadar etkileyici değildi. Buna rağmen yine de akılda kalan iyi ve ilginç filmler festival seyircisi ile buluştu. Bunlardan biri de Emre Yalgın’ın ilk uzunmetrajlı filmi olan Teslimiyet’ti. Türkiye şartlarına göre cesur bir konuyu ele alan Teslimiyet, hikâye olarak adeta bir Tarlabaşı dramıydı.
Teslimiyet’in ilk sahnesi Tarlabaşı’ndan ilginç resimlerle açılmakta. Biraz aceleye getirilmiş planlar ile Tarlabaşı’nın müdavimleri seyirciye sunuluyor. Açılış planlarından hemen sonra filmin esas oğlanı kız arkadaşını Tarlabaşı’ndan yeni tutmuş olduğu eve götürmek isteyip kızın çocuğa bağırıp çağırması ile hızlanıp seyirciyi de hikâyenin içine çekiveriyor. Ancak filmlerde olacak bu ilginç eve taşınma olayı gerçekten de iyi bir film başlangıcı olarak nitelendirilebilir. Esas oğlanın Tarlabaşı’na taşınmasıyla birlikte, komşuları olan üç transseksüelle de tanışması da gecikmiyor. Komşuları ile ilk başta mesafeli duran genç sonra transseksüel komşulardan en genci Sanem’in cinayet işlemesi ile Sanem ile yakınlaşıyor ve aralarında bir nevi bir aşk başlamış oluyor. Filmin ana hikâyesi biraz Sanem ve esas oğlan Gökhan’ın kaçışları, birbirlerine yakınlaşıp belki aşık olmaları ile ilintili olsa da, paralel hikâyeler de oldukça sade ve güçlü bir biçimde verilmiş.
Özellikle filmin ilk yarısında transseksüellerin evindeki hiyerarşi, evin maması Hayat’ın bağlı olduğu kabadayı tipli adamı kaptırmamak için bazen kendini kaybetmesi, onunla geçmişten beri yakınlığı olan Mavi’nin Hayat’ı devamlı korumaya kalkması ve adeta bir ev kadını gibi sabahtan akşama kadar kadın programları izleyip nitekim o programlardan birinde, kendi annesinin kendisini, yani annesinin kayıp oğlunu aradığını fark etmesi kurguya oldukça başarılı bir renk katıyor. Aygül’ün annesi ile yıllar sonra buluşması ve annesinin artık oğlu Ayhan olarak değil kızı Aygül olarak kabul edip yanında göturmek isteme örgüsü çok sade ve başarılı bir şekilde veriliyor. Gerçi biraz daha uzun tutulabilirdi bu durum ama hikâyenin ve ritmin kaybolması da bu durumda söz konusu olabilirdi.
Filmin ikinci bölümü tamamı ile Sanem ile Gökhan’ın kaçış hikâyesine dönüp yalın bir şekilde de bitiyor; finali ise etkileyici bir şekilde yapılıyor. Özellikle Gökhan’ın Sanem’den kamufle olsun diye erkek kılığına girmesini istemesi ilginç bir ironi yaratmış. Yıllarca ve özellikle komedi filmlerinde erkeklerin kaçış için kadın kılığına girmeleri birçoklarımızı güldürmüştü ama Teslimiyet’teki kılık değiştirme zorunluluğu güldürmekten ziyade, aslında bir transseksüelin iç dünyasında neler yasadığını seyirciye direkt bir şekilde ulaştırıyor. Filmin sonu etkileyici ve akılda kalıcı bir finalle bitiyor ama Emre Yanel, Sanem ile Gökhan’ın ilişkileri ve kaçışları biraz daha olsaydı belki seyircide kalan eksiklik duygusu daha az olabilird. Gerçi film bütününde birçok cevaplanmayan ve seyirciye bırakılan detaylar da var ama ilk filmini yapan yönetmenlerde en sık karşılaşılan durum da bu olsa gerek: örgüleri seyirciye bırakmak.
Teslimiyet oldukça etkileyici bir film olmuş, seyirciyi de sıkmıyor. Orhan Oğuz’un yaklaşık 20 yıl önce yaptığı Dönersen Islık Çal’ından beri ilk kez transseksüeller bir türk filminde başrolde yer almışlar. Daha da önemlisi bu filmdeki oyuncular kesinlikle Fikret Kuşkan gibi başarılı taklit yapmıyorlar; gerçekler. Yine türk sinemasında başka bir tabu olan ama ne hikmetse komedi filmlerinde palyaço kıvamında sürekli kullanılan eşcinsellik kavramı ise gerçekçi bir zeminde seyirciye sunuluyor bir Tarlabaşı Dramı ile.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.