Bir Tüketim Eleştirisi: Fight Club (1999)

Konuk Yazar: Can Güzel

fight-club.jpg

90lı yılların sonunda önemli filmleri izleme şansı bulmuştuk (Matrix, Star Wars, Eyes Wide Shut). Yine bu yılların sonunda izlediğimiz Fight Club da tüm dünyada büyük ses getirmişti.

Fight Club’ı tüketim toplumu olmaya giden bir yaşamın anlatım şekli olarak betimleyebiliriz. Altmetin harikası olarak niteliyeceğim film, sistemin(kapitalizm) içinde sıkışmış kahramanımızın (Edward Norton) hayatta aradığı değişiklikleri konu alıyor. Film gelişme sürecinde büyük sürprizler barındırdığından gidişat hakkında bilgi vermek istemiyorum. Gerçi bu satırları okuyup da hâlâ Fight Club’ı seyretmeyen yoktur sanıyorum.

Filmde şiddet var -bazılarınız bunu fazla bulabilir- ancak filmin asıl anlattığı bu değil. Film, 90lı yılların sonunda , insan emeğinin yerini makinelerin almasıyla insanın içten içe önemsizleştiği bir dönemde geçiyor. Makineler insanlar yerine düşünmeye başladıkça, düşünen insan sayısı azalıyor; uygulayan insan sayısı fazlalaşıyor. Yaptığımız şeyleri neden ve niçin yaptığımızı bilmiyoruz. Biz ilerlediğimizi sandıkça sistem olarak geriliyoruz. Modernizm hiçbir vaadini yerine getir-e-miyor ve bunun sonucu olarak yeniden bir kast sınıfı oluşuyor: yönetenler ve yönetilenler. Zaman ilerledikçe yönetenlerin güçleri artıyor, yönetilenlerin gücü azalıyor. Teknoloji ile boşalan ruhlarımızı tv, tüketim eşyaları ile dolduruyoruz. Sistem alt sınıfın ne kadar çok tükettiğiyle ilgileniyor; tüketiyoruz ve tükettikçe boynumuzda aslı olan zincirden bir halkayı daha eksiltiyorlar. Çünkü tüketim bizde bağımlılık yapıyor. Tek özgürlüğümüzün tüketmek olduğunu sanırken bir aldanış içine düşüp uçuruma doğru bir adım daha atıyoruz. İşte film tam olarak bunların yaşandığı bir dönemde geçiyor.

dovus-kulubu.jpg

“Hiç ümidimin kalmaması özgürlük demekti”, “Mülkümü yok ederek beni özgür kılan kişi”, “Ancak her şeyi kaybettikten sonra her şeyi yapmakta özgür oluruz” gibi cümleler bu tüketim benzetiminin gerçeğe nasıl ulaşacağının cümleleridir. Tüketilen ve böylelikle sahip olunan tüm şeyler aslında bu durumun içine daha çok batmayı sağlayan, bağımlılaştıran ve böylelikle yabancılaşmaya kapı aralayan şeylerdir.

Filmde harika bir görsel yönetim ifşa eden David Fincher bu filme kadar Se7en (1995), The Game (1997) gibi hikaye anlatımı güçlü/şaşırtan filmleri çekmiş. Bu film belki de Nirvana’ya ulaştığı film olmuştur. Fincher daha sonra biraz yavan bulunan Panic Room (2002), duru bir seri katil takibi Zodiac (2007) ve geçtiğimiz yıl Oscar heykelciği kazanan masalsı film The Curious Case Of Benjamin Button ile gönülleri fethetmişti.

Hepinizin seyrettiğinden emin olduğum bu güzel filmi hatırlarken ve hatırlatırken, bir cümleyle yazımı sonlandırıyorum:
“Kendi iç çatışmamızın yansımasıdır aslında insanlarla uğraşımız; onlara olan nefretimiz, kinimiz, sevgimiz, saygımız, bedensel arzularımız, tutkularımız kendi iç savaşımızın gölgesinin ürünleridir”.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın