Bir Üçlemenin Vasat Sonu: The Dark Knight Rises

Bir yönetmenin triloji (üçleme) çekmeye kalkışması o yönetmen için görece riskli bir durumdur. Nolan kendi Batman üçlemesini bitirdikten sonra Batman’a yazdığı mektupta da bundan açıkça bahseder (bakınız). Bu riskin en önemli nedeni çekilen ya da çekilecek olan üç filmin de belirli bir karakter kadrosunun yaşadığı olayları birbirinden bağımsız ya da birbirine bağlı olarak anlatsa bile eninde sonunda karşılaştırılacak olmalarıdır. Genelde bu konuda en şanslı olan serinin ilk filmidir.

İlk film çoğu zaman serinin en iyisi olarak kabul edilir ama bu kuralı bozan, beklentilerin ya da eğilimin aksine her filmiyle başarıyı yeniden yakalayan ve yükselten filmler de mevcuttur. Sözgelimi Oyuncak Hikayesi bunun güzel bir örneğidir ki serinin son filmi en iyi uzun metraj animasyon filmi Oscarına layık görülmüştür. Benzer iyi üçlemelerden biri de “Bourne” serisidir. Bana göre bu seri hikâyesini üç filmiyle de, ikinci filmin yönetmeni diğer iki filminkinden farklı olmasına rağmen, işin içinden alnının akıyla çıkmış filmler arasında yer alabilmiştir. Yapım şirketlerinin gişe adına keşfettikleri “Altın yumurtlayan tavuklar” onların, film hakkında getirilecek her türlü eleştiriyi de göğüslemelerini sağlıyor. Sinemasal başarısızlıklarına rağmen bu türden filmler ne kadar yerden yere vurulsalar da devam filmleri yapılmaya devam ediliyor. Son birkaç yılın sinema faciası olarak gösterilebilecek Transformers konuyla ilgili ibretlik bir örnek olabilir.

Şimdi yazının başına yeniden dönüp Chiristopher Nolan’ın Batman üçlemesinden bahsetmeye devam edeyim. Bu filmleri seyredip de Nolan’ın çektiği ilk iki filmden ikincisi olan Batman Dark Knight’ın açık ara daha iyi olduğunu düşünmeyen insanoğlu yoktur herhalde. Evet, ikinci film başından sonuna kadar her şeyiyle, girişinden finaline kadar oldukça kaliteli bir işti. Nolan ve ekibinin üçleme adına en büyük avantajı da buydu sanırım. Çünkü üçlemenin ortasında yer alan ikinci film ona göre açık şekilde vasat denilebilecek ilk film ve başarısızlığa uğrama riskini her zaman taşıyan ve henüz çekilmemiş olan son film arasında bir denge unsuru olacak ve onların kendilerini taşıyamadıkları yerde onlara omuz da verebilecekti.

İkinci filmin en büyük talihi senaristlerin Joker yorumu ve bu yorumu kendi oyunculuğuyla bir kez daha taçlandıran Heath Ledger’dı. İkinci film Batman Dark Knight daha açılış sekansıyla bile çok belirgin zekâ pırıltıları ihtiva ediyordu. Film herkes için ustaca hazırlanmış tuzaklar ve çok iyi yazılmış repliklerle doluydu. Bu filmde Joker bilinen anlamda bir kötü değildi. Benim için bu filmdeki Joker, Hanibal Lecter (Kuzuların Sessizliği) ya da John Do (Se7en) ayarında bir “kötü” adamdı. Başka bir deyişle asla “düpedüz” değildi. Bir mantığı ve bu mantığın da kendine göre çok iyi çalıştıran bir zekası vardı. Senaristler de Joker’i o kadar iyi yazmış, Ledger da Joker’i öyle iyi oynamıştı ki filmde kimse aklına Batman’i getirmemişti. Çünkü filmde Batman hem senaryodan hem de Gotham’dan tıpkı Joker’in öngördüğü gibi neredeyse dışlanmak üzereydi. Hem de tüm fedakârlığına rağmen. Joker, Batman’a filmde özetle “Bak sen bu sevdiğin modern, uygar dünyayı koruyorsun ama senin koruduğun bu dünya sıra sana geldiğinde sana karşı hiç de adil davranmayacak çünkü bu uygarlık sahte ve ikiyüzlü bir şey” demeye getiriyordu. Evet, Joker bir kötüydü ama birçok konuda haklıydı ve filmin sonunda söyledikleri bir bir gerçekleşmişti. Dark Knight, Batman’in değil Joker’in filmiydi.

Zaten bu üçleme için asıl gürültü de bu ikinci filmden sonra koptu. Herkes daha ikinci filmin tadı damağındayken üçlemenin son filmi için gün saymaya koyuldu. Beklentiler yüksekti. Bunun bir diğer nedeni ise elbette yönetmen Christopher Nolan’dı. Birçok kimseye göre o, gerçek bir sinema ustasıydı. İkinci filmden sonra hemen üçüncü filmi çekmek yerine arada başka bir filmi, Inception’ı çekti. Genel kanaat filmin tatmin edici olduğu yönündeydi. Gerçi rüyalardan hareketle bir çeşit aksiyon filmi çekmeye çalışan Nolan epey karışık bir senaryoyla çıkmıştı yola. Öyle ki filmin aynı zamanda sonu olan başlangıcında kahramanın bulunduğu yere nasıl geldiği ve bunun bir rüya mı yoksa gerçek mi olduğu sorusuna yönetmenin kendisi bile cevap veremiyordu. Her şeye rağmen Inception, Batman üçlemesinin son filminin beklentilerini biraz daha yukarı çekmişti.

İşte Batman Dark Knight Rises gösterime bu koşullar altında girdi. Seyircinin beklediği, ikinci filmi geçemeyecek olsa da en azından egale eden bir son filmle karşılaşmaktı. Yönetmen, bu son filmde üç film boyunca biriktirdiği tüm kahramanları ve hikâye malzemesini sonuna kadar kullanmaya çalışmış. Bu da filmin tıka basa dolmasına neden olmuş. Ama aslında her kahramanın kendine ait farklı ve ayrıntılı bir öyküsü olmasına rağmen her kahraman için ayrı bir bölüm açıp farklı bir hikâye de anlatılamamış ki bu da zaten teknik olarak, eğer altı saatlik film çekmeyecekseniz, mümkün değil. İlk iki filmde gördüğümüz, Joker hariç, bütün kötü ve iyi kahramanlar ve onlara ek yenileri son filmin her yerinde. Bunların arasında en öne çıkartılansa Bane olmuş. Bane aynı zamanda Batman’in de ilk filmde üye olduğu ama daha sonra onlara karşı geldiği ve aralarında bir savaşın yaşandığı Gizli Gölgeler Birliği’nin de üyesi. O da tıpkı Joker gibi Gotham’da kaos istiyor. Söz gelimi bunun için bazı Amerikalıların son dönemde yapmaya çalıştığı şeyi yapıp şehrin borsa binasını basıyor. Zenginlere savaş açıyor. Yönetimin aslında ezilenlerin elinde olmasını gerektiğini söylüyor ve hatta bunu başarıyor da. Şimdi kapitalizm denilen şeyin yeryüzünde en güçlü yaşandığı ülke olan Amerika’da, komünist değil; ama antikapitalist bir kötü kahraman kulağa ilginç hatta politik gelebilir. Ama şehrin yönetimine dair az önce bahsettiğim şeyleri söyleyen bu adam yani Bane film ilerledikçe bu politik söylemin arkasına saklanmış bir üçkâğıtçıdan başka bir şey olarak gösterilmiyor ki bu da onun karakterini farklılaştıracak, ayrıksı kılacak her şeyin güme gitmesine neden oluyor. Zaten filmlerde bedenini gereğinden fazla geliştirmiş hiçbir insanoğluna yakıştıramadığım gibi Bane türünden bir insan azmanına zekâ hiç yakışmıyor. Bane’in beyni Joker’inkinden geride kalıyor. Hatta biraz daha ileri gidip onun bu filmde birilerinin kullandığı bir piyondan başka bir şey olmadığını bile söyleyebilirim.

Son filmdeki genel hava “Toparlanın millet filmi bitiriyoruz ve fazla zamanımız yok” havasında. Filmin bir yandan hikâyesini toparlamaya çalışırken öte yandan yaratmaya çalıştığı gerilim ve aksiyon giderek bir telaşa dönüşüyor. İçinde aksiyon barındıran her filmde olduğu gibi filmde de bir “son anda” bölümü var ve tüm tempo bu “son anda” kısmını beslemeye çalışıyor. Ama ben nedense bu kısımda hiç heyecanlanmıyorum çünkü zaten filmin sonunda ne olacağını, filmin sonunu başkasından duyduğum için değil, bu Hollywood hikâye kalıbını daha önce defalarca seyrettiğim için biliyorum.

Serinin son filminden sonra Nolan’ın Batman üçlemesine getirilecek yorumları bilmek için falcı olmaya gerek yok sanırım. Daha şimdiden bu üçlemenin akıllarda kalacak yegâne bölümünün Batman Dark Knight olacağını söyleyebilirim. Çünkü ne ilk film Batman Begins ne de sonuncusu Batman Dark Knight Rises ikinci film kadar parlak değil. Ama gelin görün ki eğer üçlemeyi tamamlamak ve bu filmin macerasında beklenilen sonu görmek istiyorsanız bu filmi seyredin, derim. Fakat aklınızın bir kenarında bu filme çok büyük beklentilerle gitmemeniz gerektiğini tutarak.

Yorum Gönderin