Acılar üst üste geldiğinde “Ne kadar bahtsızım. Bundan daha kötüsü olamazdı” dediğimiz anlar olur. İşte Alejandro González Iñárritu böyle anlarda bizi teselli edebilecek bir film yapmış. Mesaj net: “Hayatın ne kadar berbat olursa olsun, daha da kötüye gidebilir!
Meksikalı yönetmen, ‘acının dozu’ bakımından önceki filmlerinin (Amores Perros, 21 Grams, Babel) de üstüne çıkmış. Ama hikâyeyi “pek çok karakterin yollarını bir olayla kesiştirme” üzerine kurduğu o filmlerin aksine, bu kez tek bir ‘ana karakter’e odaklanmayı tercih etmiş. “Al sana felaket. Kimseden merhamet bekleme. Ama yine de ‘huzur’ diye bir şey var mıdır? Bunun kararını vermeden seni bu salondan çıkartmam!” diyor adeta…
Cannes Film Festivali jürisinin zaman zaman tartışmalı kararlara imza attığı olmuştur ama geçen yıl “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü Biutiful’daki rolüyle Javier Bardem’e vermeleri kesinlikle bunlardan biri değildi. Zaten Bardem daha sonra “En İyi Erkek Oyuncu” Oscar’ına da aday gösterildi ve tamamen İspanyolca bir filmle bu dalda adaylar arasına giren ilk aktör oldu. Filmin kendisi de “En İyi Yabancı Film” dalında yarışacak. Belki geçen yılki “El Secreto de sus Ojos” faktörü devreye girip Biutiful’un şansını azaltabilir. Neticede ‘Akademi’, kategorinin bir anlamda “En İyi İspanyolca Film”e dönüşmesini istemeyecektir. Ama Iñárritu’nun filmi (ya da Bardem’in oyunculuğu) 27 Şubat gecesini Oscar’sız kapatsa da değerinden bir şey kaybetmeyecek.
Filme gelirsek, mekân Barcelona… Ama Gaudi’nin büyüleyici mimarisinden, Montjuic Tepesi’nin insanın içini ısıtan güzelliğinden, La Rambla’nın paralelindeki sakin, dar ve ‘havalı’ sokaklardan, sebze-meyve, et, balık kokusunun baş döndürücü bir harman oluşturduğu ve hiçbir şey almadan saatlerce gezilebilen Mercat de la Boqueria’dan, her gün binlerce turist çeken Sagrada Familia’dan, L’Aquarium’dan tamamen farklı, tamamen uzak bir Barcelona… Şehrin ‘arka sokakları’, kenar mahalleleri…
Ana karakter Uxbal, Afrikalı kaçak göçmenlerin sahte Gucci çanta satmasını, Çinli kaçak göçmenlerin inşaatlarda çalışabilmesini sağlayan bir ‘aracı’… Düzenli aralıklarla Katalan polisini ‘görüyor’ ki, yeri geldiğinde polis kaçak işçileri ‘görüp’ içeri almasın! Ama Uxbal’ın aynı zamanda altın gibi bir kalbi var.
Ve sıkı durun, Uxbal ölülerle konuşabiliyor! Evet, içlerinde kalan son sözlerini onlardan dinleyip ailelerine aktarıyor ve bu yolla biraz ekstra gelir elde etmekte sakınca görmüyor. Önemli bir ayrıntı: Uxbal aynı zamanda kanser ve ölmek üzere! Ayrıca hem analık hem babalık yapmak zorunda olduğu iki çocuğu var. Dahası, çocukların annesi olan eski eşi, Mateo ve Ana’ya zaman zaman ‘orantısız güç’ kullanıyor…
Uxbal karmaşık bir karakter. Normal bir baba gibi çocuklarını okula bırakarak güne başlayıp ardından bir ‘ölü evi’ ziyareti gerçekleştiren, öğleden sonra hastanede birkaç aylık ömrü kaldığını öğrenip oradan Çinli kaçak işçilerin daha iyi yaşam koşullarına kavuşmalarını sağlamak için müteahhitle pazarlık etmeye giden ve tüm bunların sonunda günü nezarette tamamlayabilen birisi… Bu rolün de altından kalkan Bardem, günümüzün en iyi aktörlerinden birisi olduğunu iyice hissettirmiş.
Diğer oyuncular da görevini fazlasıyla yapmış. “Amca baba yarısıdır (!)” diyen Eduard Fernández (Tito), kocası sınır dışı edilince bebeğiyle beraber Barcelona’da yapayalnız kalan Senegalli anne Ige rolündeki Diaryatou Daff ve özellikle de soyadındaki gibi ‘yıldız’laşan çocuk oyuncu Guillermo Estrella…
Bir not da altyazılarla ilgili: Film İspanyolca, Çince ve Volof Dili’nde diyaloglardan oluşuyor. Festival ve Amerika gösterimlerinde İspanyolca konuşulurken altyazı beyaz, Çince’ye dönüldüğünde mavi ve Afrikalı göçmenlerin diyaloglarında yeşil yazılarak farklı bir dile geçildiğine dikkat çekilmiş. Gayet güzel, zekice, pratik bir çözüm… Bizim sinemalarımızdaki gösterimde ise “Hepsi Türkçe altyazı, anlayın işte!” diye düşünülmüş ve bu fark ‘yok sayılmış’!
Iñárritu insanoğlunun ‘karanlık’ taraflarında gezip dolaşmayı seven bir yönetmen… Ölmek üzere olan bir adamın yine de hayatını düzene sokmak, vaatlerini yerine getirmek için nasıl çırpınabileceğini bize sarsıcı bir biçimde anlatmış. Üstelik bu kez bunu Brad Pitt, Cate Blanchett ya da Sean Penn gibi ünlü bir Hollywood yıldızından yardım almadan yapmış. Ortaya çıkan ürün de ‘Biutiful’ olmuş. Ağlatmayı garanti eden, okunduğu gibi yazılan bir film…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.