Memleket giderek distopik evrenlere yaklaşırken önemli distopik filmlerle Türkiye’deki politik iklimi “Hangisi daha karanlık” ölçeğiyle karşılaştırmak istedim. İlk film de P. D. James’in (tam bir fantastik-bilimkurgu yazarı ismi) eserinden uyarlanan 2006 yapımı Children of Men (Son Umut) olsun dedim. Evet, herkesin kısır ve çocuksuz olduğu film…
Filmin yönetmeni, bildiğimiz gibi, sonrasında çektiği Gravity ve Roma filmleriyle büyük yankı uyandıran, farklı türlerdeki yönetmenlik imzalarıyla efsaneleşen Alfonso Cuarón. Özellikle Roma filmindeki yetkinliğiyle hayran bırakan Cuaron, Children of Men’de de görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’yle beraber harikalar yaratmıştı.
Fragmanı izleyip filmi yeterince hatırladıysak, Türkiye’nin bu filmden daha distopik olduğunu 5 maddede kanıtlayabilirim artık:
1.Filmin başlarında bir televizyonda, dünyanın çeşitli kentlerindeki kaosu görüyoruz. Bu kentler arasında yerli bir şehir göremeyince “Hani nerede İstanbul, nerede la Ankara? Fesat Batılılar bizim gül gibi metropolleri neden göstermedi?” şeklinde gücenebiliyoruz. Ama biraz daha düşününce anlıyoruz ki Türkiye kim bilir 2027’de nasıl bir halde? Muhtemelen her yeri her yerde olan, distopik 2027 Londra’sından bile kötü durumda. Belli ki gösterilemeyecek bir perişanlık ve sersefillik seviyesindeyiz.

2.Children of Men deyince aklımıza gelen, filmde kimsenin çocuğunun olamaması, yani aslında doğum kontrol yöntemi olarak kimsenin ekstra bir şey yapmaması (Neden şikayet ettiklerini anlamak güç). En genç insanın 18 yaşında olduğu bu dünyada insanların çocuksuzluk durumunu dert etmeleri ilginç. Türkiye’de çocuk sahibi olma derdini biraz bilseler bu yeni normalin nasıl bir piyango olduğunu anlarlardı aslında: Çocuk bezi, okul eşyası, genç odası, özel okul parası derdi yok, “Bu çocuk asgari ücretli, sigortalı bir iş bulabilir mi?” diye düşünmek yok, “Birileri kız çocuğumu taciz eder mi” anksiyetesi yok, “En az 3 çocuk yapmadım diye mahallemde beni dışlarlar mı?” paniği yok!..

3.Children of Men evreninde, mültecilere insanlık dışı bir şekilde, Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırım uygulamaları reva görülüyor. Kafeslere kapatılıyor, kamplara gönderiliyor, her şekilde ötekileştiriliyorlar. Gerçekçi konuşmak gerekirse bu öyküdeki mülteciler, Türkiye’deki koşullardan bile daha kötü durumdalar. Fakat düşününce kimse mültecilere “O hâldeyken bir de çocuk yapıyorsunuz” diye kızmıyor. Tam tersine çocuğu olan bir mülteciyi herkes el üstünde tutuyor. Evet, bu onların artısı olabilir!
4.Bu yapım, müthiş bir yönetmenlikle, tek plan çekilmiş otomobil sahnesiyle de meşhur. Yalnız bu plan sekans arabanın içinde geçiyor, yani her ne kadar eski olsa da demek ki insanlar otomobil alabiliyor. Biz Türkiye’de alamıyoruz. Onların çocukları yok ama arabaları var, muhtemelen bizimki kadar vergileri de yok! Bu insanlar bana o kadar da geleceksiz gelmedi.

5. Filmde hippi karakterler de tanıyoruz. Anlıyoruz ki, gününü uyuşturucu kullanıp müzik dinleyerek geçiren ve muhalif ama eyleme geçmeyen bu insanları eleştirmemiz gerekiyor. Ve anlıyoruz ki distopik de olsa bir şekilde muhalefet yapılabiliyor. 2021 Türkiye’sinde ise muhalefet o kadar yok ki yabancı müzik dinlerken uyuşturucu kullanan insanlar bizzat iktidarın genel merkez personeli. Burada hippi yok, genel merkez personeli var!

Son olarak, filmde de dedikleri üzere:
“Tell him he is a fascist pig!”
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.