Charlie Brooker’ın yarattığı bilimkurgu/distopya dizisi Black Mirror teknoloji bağımlılığını hicvetmeye, teknolojinin gelebileceği korkunç noktaları anlatmaya kaldığı yerden devam ediyor. Dizinin yeni sezonu bu kez altı bölümden oluşuyor. Her zamanki gibi altı farklı yönetmen ve farklı oyuncu kadrolarıyla çekilen bu sezon -önceki sezon gibi- ilk sezonların çıtasına ne yazık ki erişemiyor. Altı bölümden çok azı bekleneni verebiliyor. Belki de bu dizinin de tükenme aşamasına geçtiğini, bir daha ilk sezonlarının kalitesine ulaşamayacağını kabul edip beklentileri yükseltmeden izlemek gerek. İşin kötü tarafıysa İngiliz yapımı olan Black Mirror‘ın Netflix tarafından satın alındıktan sonra artık Amerikalılara dönük öyküler anlatıyor olması. Bu sezondan örnek verirsek: Sezonun ilk bölümü olan USS Callister, Hollywood’un klasik bilimkurgu serisi Star Trek‘in parodisi. Black Mirror, Netflix yapımı haline geldiği için artık o güzelim İngiliz havasını fazla taşımıyor. Öte yandan Netflix yapımı haline geldi geleli de vurucu, etkileyici, çarpıcı üslubu ve alaycılığı da yok oldu. Bu sezon da ne yazık ki bu sorunlar devam ediyor. Sorunların nedeniyse sezonu her zamanki gibi Brooker’ın sırtlaması. Brooker sadece yapımcı değil, tüm bölümlerin senaristi. Normalde birkaç yılda üç bölüm yazan Brooker dizi Netflix’e satıldıktan sonra 12 bölüm yazdı. Halbuki bu yük Brooker’ın tek başına sırtlayabileceği bir yük değil. Son iki sezonun vasatlığı nedeniyle 5. sezona dair bir heyecanım kalmadı. 5. sezonun henüz onaylanmadığını belirtip bölümleri yorumlamaya geçeyim.
USS Callister: Toby Haynes’in yönettiği bu ilk bölüm, Amerikalılar için çekilmiş gibi görünüyor. Sadece Amerikalılar değil tabii. Star Trek‘in parodisi olan bu bölüm, Star Trek hayranlarını sevindirebilir. Jesse Plemons, Jimmi Simpson ve Cristin Millioti’nin başrollerini üstlendiği bölüm oyun şirketinde geçiyor. Şirketin ortağı olan Robert iletişim sorunu çeken birisi. Evde veya şirketteki odasında kafasına eklediği çiple Star Trek evreninde olduğunu, orada fantastik maceralar yaşadığını, sürekli kahraman olduğunu hayal ediyor. Gerçek hayatta yapamadığı şeyleri bu fantastik evrende yapmaya çalışıyor. Bölümün vasatı aşamadığını söyleyebilirim. Daha önceki sezonlarda da oyun şirketlerinde teknolojinin çok gelişmesi halinde ortaya çıkabilecek distopik vakalara değinilmişti. O bölümler, USS Callister‘dan daha iyiydi.
Arkangel: Bu bölümü Jodie Foster yönetti. Başroldeyse Rosemarie DeWitt yer alıyor. Bölüm doğum sırasında bebeğini kaybetme noktasına gelen bir anneyi merkeze koyuyor. Marie birkaç yıl sonra kızını parka götürür, kızı Sara bir kedinin peşinden giderken kaybolur, Marie endişelenir. İşin distopik tarafıysa şu: Marie, Sara’yı tekrar kaybetmemek için Arkangel adlı şirkete gidip ücretsiz bir şekilde kızının kafasına aplikasyon yerleştirir. Yani kafaya yerleştirilen çip üzerinden dönüyor hikâye. Fena bir fikir değil. Hatta iyi bir fikir. Ama daha öncesinde benzerleri işlenmişti. Hani çiftlerin gördükleri-yaşadıkları her şeyi beyinlerine kaydettikleri, sonra bir düğmeye tıklayarak istedikleri tarihteki anılarını duvara yansıtabildikleri bölüme benziyor Arkangel. Gene de sezonun fena olmayan bölümlerinden. Black Mirror bölümü olduğunu USS Callister ve Metalhead‘ten daha fazla hissettiriyor. Kafaya takılan, tabletten kontrol edilebilen aplikasyonların aşırı koruyucu annelerin elinde nasıl korkunç bir hale geleceğini iyi yansıtıyor dizi. Gerçi bu fikirden yola çıkıp kapkara bir distopya çekilebilirdi, izlerken bu teknolojinin kötü kullanımı üzerine türlü türlü örnekleri düşünmek mümkün. Lakin Brooker o denli karanlık bir bölüm yazmak istememiş besbelli. O yüzden bölüm sadece birkaç yerde teknolojiden korkutuyor. Bu arada muhtemelen diğer bölümlerden daha fazla öne çıkacak, konuşulacak.
Timsah: En son 2016’nın en kötü filmlerinden Triple 9‘ı çeken John Hillcoat sinemaya ara verip Black Mirror‘ın Timsah/Crocodile bölümüyle meşgul oldu. Bu bölümün başrolü İngiliz aktris Andrea Riseborough’a teslim edilmiş. Bölüm Riseborough’ın oynadığı Mia’nın erkek arkadaşıyla birlikte kafayı çektikten sonra araçlarıyla bir adama çarpmaları, cinayeti örtbas etmeleri, 15 yıl sonraysa cinayetin açığa çıkma ihtimalini konu alıyor. Distopyayla alakasıysa insanların kafalarına eklenen küçük cihazla gördükleri-hatırladıkları şeyleri küçük bir ekrana yansıtılabilen teknolojinin varlığı. Bu teknolojiyi kullanan sigorta çalışanıyla Mia’nın yolları kesişiyor pek tabii. Fikir fena değil. Ne yazık ki sonuç için aynı şeyi söyleyemem. Sıkıcı, tahmin edilebilir bir bölüm, vasatı aşamıyor. Black Mirror çarpıcılığında hiç değil. Dizinin son iki sezondur genel olarak sorunu iyi fikirlerden iyi senaryolar çıkarılamaması. Yani fikirler genelde fena değil, bazen epey etkileyici ama bu fikirlerden ortaya çıkan senaryo son derece sıkıcı, bilindik ve tek düze oluyor. Sadece fikir yaratmanın yeterli olmadığını 3. sezon kanıtlamıştı. 4. sezonda da bu sorun aynen devam ediyor.
Hang the DJ: Boardwalk Empire‘ın yönetmenlerinden Timothy van Patten bu bölümün yönetmenlik koltuğuna oturmuş. Başrollerdeyse Joe Colle’la Broadchurch dizisinden hatırlanabilecek Georgina Campbell yer alıyorlar. Bu bölüm Tinder ve benzeri arkadaşlık sitelerinin gelecekteki versiyonları üzerine öyküsünü kuruyor. Gene Brooker’ın yazdığı Hang the DJ aplikasyon yoluyla tanışan iki kişinin birbirlerini tanımaları, daha sonra başka kişilerle tanışmalarını konu alıyor. Böyle yazınca ilginç bir yanı gibi durmadı, değil mi? Aslında eğlenceli bir bölüm. Son 15 dakikaya dek komik bir bölümdü. Sonrasındaysa bu tanışma sisteminin distopik tarafı ortaya çıkıyor. Sezonun fena olmayan bölümlerinden. En az San Junipero bölümü kadar da romantik. Bazı açılardan romantik-distopik filmleri de –THX 1138 gibi- hatırlatıyor. İzlemesi keyifli olsa da, kötü diyemesem de bir kalıcılığı olmuyor bu bölümün de. Kalıcılıktan kastımsa şu: İlk sezonda İngiltere başbakanının kaçırılan prensesin serbest kalması için domuzla ilişkiye girmesi konu edinilmişti. Halen unutmadım bu bölümü. Ama Hang the DJ, Timsah, Metalhead‘i bir ay sonra hatırlamam zor. Brooker çıtayı çok düşürdü.
Metalhead: Brooker’ın kaleme aldığı bu bölümü Hannibal, American Gods dizilerinin yönetmenlerinden David Slade yönetti. Maxine Peake’in başrolünü üstlendiği bu bölüm siyah-beyaz çekilmiş olmasıyla dikkatleri çekiyor. Köpek denilen tehlikeli robotların insanları avladığı, kıyamet sonrası ıssız bir gelecekte geçen bu bölüm baştan sona sürükleyici. Peake’nin peşine takılan ve kendisini öldürmeye çalışan bu robotla mücadelesi heyecanla izleniyor. Lakin sürükleyici olsa da vasata bile ulaşamıyor, sezonun en zayıf bölümü oluyor. Zira öykü sadece bu kaçma-kovalamacadan ibaret. Dolayısıyla bitince akıldan uçup gidiyor Metalhead. Avunabileceğimiz tek şey sıkıcı olmaması.
Black Museum: Colm McCarthy’nin yönettiği bu bölüm sezonun en uzun bölümü, 70 dakika sürüyor. Fakat süresi göz korkutmamalı. Sürükleyici bölümlerden. Çokça şiddet içerdiğini de belirtmek gerek. Bölüm, Kara Müze adlı bir müzeye gelen genç bir kadının burayı işleten adamdan hikâyeler dinlemesini konu alıyor. Tabii anlatılan hikâyelerin hepsi -doğal olarak- distopik aletlerle alakalı. E başka neyle alakalı olacak ki? Neticede Black Mirror bu. Sürükleyici bir bölüm, hikâyeler de eğlenceli. Aslında eğlenceden ziyade hastalıklı hikâyeler. Sıkmasa da bu bölüm ortalamayı fazla aşamıyor. İşin kötü tarafıysa bölümün odaklandığı öykülerin benzerinin White Christmas‘ta zaten işlenmiş olması. Black Mirror çıtayı düşürdü ama kendisini de tekrarlamaya başladı.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.