Filmin sonunda Emilia ölüyor ve Julio yaşamaya devam ediyor! Filmin sonunu neden yazdığımı merak edip içten içe daha ilk satırdan içerleyebilirsiniz. Ama maalesef film, bu satırların deklare edilmesiyle başlıyor. Filmin öylesine içe işleyen bir akışı var ki; daha ilk sahnelerden itibaren bu sonu unutup öykünün içinde kalmayı, sonunu merak etmeye tercih eder hale geliyorsunuz.
İsmi ilk bakışka Japon kültürüne dair bir izlenim verse de; ruhumuza yavaşça hitap etmesi dışında Japon bir tarafı yok aslında filmin. İstanbul Film Festivalinde Uluslararası yarışma bölümünde izleme şansı bulduğumuz film, Şilili yönetmen Cristián Jiménez’in ikinci filmi. İlk filmi Optik Yanılsamalar adıyla çevrilmiş ancak Türkiye’de gösterime girmemiş. İlk filminde aşk üzerinden ikili ilişkilerdeki tutarsızlıkları, gündelik hayattaki kırgınlıkları anlatan yönetmen, ikinci filminde de benzer bir noktadan yola çıkıyor.
Şili, Fransa, Arjantin, Portekiz ortak yapımı olan filmin festivaldeki gösterimi için gelen yapımcısı, festivallerin yeni insanlarla tanışmak, sanat üzerine biraz daha içmek ve güzel zaman geçirmek için birebir olduğunu söyleyerek söze başlıyor. Görsel yönetmeni ile filmden tam bir yıl sonra burada tanışabilmiş! Küçük bütçeli ama bol ortak dilli bir film olduğunu belirten yapımcı, hayatın bir Coppola filmi gibi söylediklerimizin başka dillere çevrilmesi sonucu aktığının altını çiziyor. Lost in Translation filmini böylelikle andıktan sonra, söz sırası Şilili görüntü yönetmenine gelince salonda kahkahalar duyuluyor çünkü İspanyolca konuşuyor, yapımcı cümleleri İngilizce’ye çeviriyor. Festival görevlisi de İngilizceden bize Türkçeye aktarıyor, yani tam bir çeviride kaybolma hali yaşanıyor. Filmin samimiyetine ve dilsiz, ırksız doğal anlatımına vurulduklarını söylüyorlar ve filmin tüm yalanlara adanmış olduğunu belirterek sözlerini bitiriyorlar.
Bu sıcak girişin üstüne gerçekten pastel tonlardaki Bonsái’nin, Şili’den Japonya’ya, hatta western tarzı yazım karakteriyle türler arasında da bir köprü kurduğu bir gerçek. Alejandro Zambra’nın romanından uyarlanan Bonsái, üniversite yıllarında tanışan Julio ve Emilia’nın adım adım gelişen aşkıyla başlıyor bizi aydınlatmaya. İkisinin de kendilerine bile itiraf edemedikleri küçük tatlı yalanlar, ilk içkiler, ilk sevişmeler, ilk yürüyüşler ile dolu aşkları, çok hesaplı şekilde yıllara karşı meydan okuma çabasında değildir. Ama bir fark ederler ki yıllar geçmeye başlamış bile. İlişkilerinin sona gelip gelmediğini ise anlayabildikleri bir simge yaratırlar kendilerine; bir saksıdaki çiçek…
Gençliğini görüp içimize sindirdikten sonra bugünkü halini sonraki planlarda izlemeye başladığımız Julio, kurgusal olarak ara ara yine bize gençliğindeki detaylarla geri görünmeye devam eder. Bugün sakallarını uzatmış, kendi evini tutmuş, duygusal ve cinsel paylaşımlarını komşusu Blanca ile gideren ama ne yazık ki yazarlığa dair hayallerini gerçekleştirememiş biridir. Ünlü bir yazara asistanlık yapma hayali vardır, ancak geri çevrilmiştir. Bunu kimseye söyleyemediği için, gizlemenin ve işi sürdürmenin tek bir yolu vardır: Kendi yazarı olmak! Sonrasında belki de o yazarın ününe ün kattığı basın toplantısındaki samimiyetsizliğinden daha başarılı olacaktır Julio ama bunu da tam olarak asla göremeyiz. Gizemi ve güzelliği de burada saklıdır belki de.
Hani bazı filmlerin bitmesini istemezsiniz ya; işte bu filmde de -sonunda ne olacağını tahmin etmeyi bırakın, bilmenize karşın- öyküyü sıcacık izlemeye devam etmek istiyor izleyici. İlişkilerinin saksıdaki çiçeğin sonu gibi olmaması için çok uğraşan Julio’nun bir bonzai ağaççığı alıp nasıl zorluklarına karşın bakmayı öğrendiğini görmek, izleyiciyi duygulandırıyor. Ve kendi kendinin yazarı olmanın sorumluluğunu alırken, tıpkı bunun da bir çiçeğe bakmak gibi zor ama güzel olduğu hissini veriyor. Hayatın birebir kopyası gibi, bu film de aşk ve acılar üzerine kurulu olsa da; önemli olanın sona ulaşana kadar yaşadıklarımız olduğunu düşündürtüyor insana. İnsanlar önce genç, sonra aşık, sonra bir meslek sahibi olmaya çalışıyor, derken yokuş aşağı kayıplar başlıyor. Bu kaçınılmazlık arasında film, bize yol boyu yaşananların samimiyetini anlatıyor.
Evet, yapımcı filmin yalanlar üzerine kurulu olduğunu söylemişti ama bunlara tam olarak yalan demek haksızlık olabilir; küçük kurgular ve iç çelişkiler diyerek tatlıya bağlayabiliriz. Tıpkı filmi izleyen ile çeken arasında nasıl bir fark varsa; kitapları yalandan ilk sayfalarından okuyup bırakmakla, kendinin yazarı olmak arasında da böyle benzerlik var hissini vererek bizi aynalarımızla baş başa bırakıyor. Aşk, yazmak, kitaplar ve yaşam üzerine kurgusu kadar kendisi de gerçek samimi bir filmi de gönül zenginliğimize katarak salondan ayrılıyoruz.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.