İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale’yle dönen Borç filminin yapımcısı, senaristi ve yönetmeni Vuslat Saraçoğlu’nu Eskişehir Film Festivali’nden sonra yakalayabildik. Festivalden festivale koşan ve oldukça yoğun bir programı olan Saraçoğlu’ndan sözünü aldığımız söyleşiyi de yazılı olarak gerçekleştirdik. Yüz yüze başlayıp yazılı olarak devam eden söyleşimiz:
İlk uzun metrajlı filminizle İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale Ödülü’yle döndünüz. Kısa bir süre öncede Malatya Film Festivali’nde En İyi İlk Film seçildi filminiz. Filmin festivallerdeki serüveni sizce nasıl gidiyor, geri dönüşlerden memnun musunuz?
Gayet güzel gidiyor. Geri dönüşlerden de memnunum. Benim asıl arzu ettiğim şey,filmin insanları konuşturması ve tartıştırmasıydı. İzlenmesinin ardından filmin uzun süre zihinlerde dönüyor olmasıydı. İnsanların filmdeki farklı noktalara çok farklı bakış açılarıyla yaklaştıklarını gördük. Bu noktaların böyle hararetle ele alınması, insanların birbirlerine farklı karakterleri farklı argümanlarla savunuyor olması filmin amaçladığımız gerçekçi atmosferi kurmakta başarılı olduğunu,izleyenlerin kendilerini filmden koparacak marazlara rastlamadıklarının göstergesi. Daha ne olsun…
Bu filmin fikri ortaya ilk nasıl çıktı? Sizi böyle bir film yapmaya iten sebepler neydi?
Toplumumuzda iyilik hali tescillenmiş karakterler üzerinde biraz daha detaylı düşünelim istedim: Bu kişi neden bu kadar iyi? Hangi koşullarda iyi? İyilikleri görünmese onları yine de yapmaya devam eder mi? (Bazen öyle durumlar olabiliyor ki, birine bir iyilik yapalım, bu görünsün ama karşı taraf bu iyiliği almasın istiyoruz.) Herkesin “iyi” deyip geçtiği bir karakter normal davranışlarının,standart tepkilerinin işlemediği ara bir alanda ne yapar, nasıl bocalar? Yaptığı iyilik karşı tarafın gözünde normalleşir de bir süre sonra bir zorunluluk ve sorumluluk haline gelirse tepkisi ne olur? Çoğu zaman denk geliriz, bazı insanlar herkese çok iyidir ama birine öyle bir kötülük yapar ki, kalan tüm iyilikleri tek bir insana yaptığı kötülükten temin ettiğini düşünürsünüz. Onlarca kişiye iyilik yapmış olmak bir insanı adil yapmaya yeter mi? Bu tarz pek çok konu ve soruyu düşündükten sonrada ister istemez akla şu geliyor: “Peki bu insan gerçekten iyi mi?”
Sanatın, özelde sinemanın en cezbedici bulduğum taraflarından biri beni kendimle karşı karşıya getirmesi. Yaptığım bir hatayı yüzüme çarpması. Düşünmekten kaçtığım bir konuyu burnumun ucuna getirmesi…Sinema onlarca deneyimin onlarca öğüt veren kişinin yapamadığını bir anda yapabiliyor. Ben de Borç’ta istedim ki içimizdeki Tufan’larla Muko’larla, Huriye’lerle, Dilek’lerle, Vahap’larla yüzleşelim. Bu karakterler hepimize benzesin ki çelişkide kalalım. Bu insanların hem iyi taraflarına hem kötü taraflarına bakalım. Bazen iyi taraflar kötü tarafların ikamesi de olabiliyor, kendimizi ve başkalarını bir bütün olarak anlayalım.
İyilik üzerine bu kadar çok soru sormak iyiliği yeriyor olduğumuz anlamına gelmiyor. Sadece ezberlenmiş iyilikleri verili kabul ederek gerçek iyiliği arayamayacağımızı söylemek istiyorum. Kim bilir, belki iyilik üzerine düşünerek hakiki iyiliğe varmamız mümkün olur.
Borç filmi, iyilik kavramı üzerinde şekillenen bir film. Filmde, iyiliğin icrası ve toplumun diğer üyelerinin iyilik karşısındaki tepkilerini yansıtırken keskin bir yargılama içerisine girmektense kararı daha çok seyirciye bırakıyorsunuz. İyilik kavramı üzerine siz ne düşünüyorsunuz?
İyiliğin ne olması gerektiği konusunda benim de kesin hükümlerim yok. Ama iyiliğin ne olmaması gerektiğini biliyorum. Adaleti arama çabasında olmayan bir iyiliğin çok bir anlamı olamayacağını biliyorum. Örneğin, yumuşak mizaçlı, kimseye kötülüğü dokunmuyormuş gibi görünen, mümkün olduğunca herkese yardım etmeye çalışan birisinin başkasına atılan korkunç bir iftiraya çanak tutmasına göz yuman bir insanın “iyi”liğini hayati bir tehlikeye atacağı kanaatindeyim.
Filmin hikayesi, Tufan karakterinin etrafında şekilleniyor. Baştan aşağı iyi yazılmış bir karakter Tufan. Bu karakteri yazarken nelerden ya da nerelerden yararlandınız? Tufan karakterini nasıl anlatırsınız bize?
“Tufan tümüyle şu kişi” diyemem ama çevremdeki pek çok kişiden izleri var. İnsanları çok fazla gözlemliyorum, onlara has detaylara dikkat etmek beni cezbeden bir şey.Tufan, yıllar içinde oluşmuş bu birikimin sonucu olsa gerek.
Tufan karakterini perdede gerçek bir karakter haline getiren etmenlerden biri de tecrübeli aktör Serdar Orçin’in etkili oyunculuğu. Bu karakter için neden Serdar Orçin’i tercih ettiniz?
Serdar Orçin çok beğendiğim bir oyuncu olmasına rağmen bu rol için aklıma gelmemişti.Zihnimde daha çok “Yazgı” ve “Sarıkamış 1915” filmlerindeki performanslarıyla kalmıştı. Görüntü yönetmenimiz Meryem Yavuz “Vuslat, Serdar ile bir görüşmeye ne dersin? Senin çok seveceğin birisi. Hiçbir şey olmazsa bile tanışmış olursunuz”dedi. Serdar ile tanıştıktan sonra güzel kişiliğine, zekasına ve işine olan saygısına hayran kaldım. Süreç boyunca kurduğumuz ideal iletişimin sinyallerini o an aldım; senaryoya, karaktere çok şey katacağından, rolün hakkını çok iyi vereceğinden emin oldum.
Eskişehir Film Festivali’nden sonra yaptığınız seyirci söyleşisinde filmi yazarken Terry Eagleton’ın “Kötülük Üzerine Bir Deneme” kitabından da yer yer ilham aldığınızı söylediniz. Kitap ve film arasında nasıl bir ilişki ya da bağlantı var? Filmin yazım sürecinde size ilham veren başka eserler(edebiyat, sinema, resim vs.) oldu mu?
Filmin kavramsal arka planını oluştururken, senaryoyu oluştururken doğru soruları sordurmasında önemli bir payı var. Yani direkt bir izi olmasa da üzerinde bir gölgesi olduğundan bahsedebiliriz. Bunun dışında Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” çerçevesinde söylediklerinin de uzun süre zihnimde döndüğünü söyleyebilirim. Filmden sonra bir vesileyle Kieslovski’nin “Kırmızı”sının, Tolstoy’un Anna Karenina’sında Kiti ile babası arasında geçen bir konuşmanın da beni etkilemiş olabileceğini fark ettim.
Filmin senaristi ve yönetmeni olmanız dışında ayrıca yapımcı olarak da yer aldınız. Filmin aynı zamanda yapımcısı da olmak süreci nasıl etkiledi, ekstra bir yük oldu mu üzerinizde? Prodüksiyon sürecinden bahseder misiniz?
Oldu.Ama şu an çok güzel bir dönem geçiriyorum, yapım zamanındaki pek çok zorluğu unuttuğumu hissediyorum. Yeni filmimi gerçekleştirebilmek için tekrar yapımcı olmak zorunda kalsam yine yaparım. Sürecin üzerimde hiçbir yıldırıcı etkisi olmadığını fark ediyorum.
Borç, 30 Kasım’da Türkiye’de vizyona girdi. Peki yurt içi ve yurt dışı festival programınızda neler var? Borç filmini başka hangi festivallerde göreceğiz önümüzdeki günlerde?
Tunus ve Üsküp’ten sonra Hindistan Kerala Film Festivali’ne katıldık. Hatta şu an bunları size Hindistan’dan yazıyorum. Buradan sonra en yakın İsveç Göteborg Film Festivali var. Türkiye’de ise Antakya, Bandırma, Ordu, Bursa şeklinde gezmeye devam edeceğiz.
Sıradaki projeniz nedir? Özellikle internet dizilerinin popülerleştiği bu dönemde sizin de dizi sektörüne geçme gibi bir düşünceniz var mı yoksa sinemaya devam mı?
Paraya ihtiyacım olmazsa dizi çekeceğimi sanmıyorum. Sırada çok heyecanlandığım iki proje var. Bunlardan birisi uzun metraj bir belgesel. Borç’un süreci rahatlar rahatlamaz belgesele girişmek niyetindeyim.
İlk filmini çekecek ya da çekmek isteyen genç sinemacılara neler tavsiye edersiniz?
Hem yaratıcı sürece hem yapım sürecine çok güzel rehberlik edecek atasözlerimiz var. Onlara bir göz atmak iyi olabilir.Ciddiyim:) Bir de film çektikten sonra dünyayı kurtarmış gibi çeşitli pozlara girmek gibi bir risk doğabiliyor, aman dikkat etsinler. Filmi çekmeden önceki çaresizlikle film bir yerlere katıldıktan sonra oluşan suni özgüven arasında yalnızca bir sene süre oluyor, bu kısa sürede bu saçma dönüşüm insanda pot yapabiliyor,hayli sakil duruyor. Bir de son süreçte tanıştığım, ilk filmini çekmeyi hayal eden bazı arkadaşlarda gözlemlediğim bir şey; ölçüsüz şekilde başarı odaklı davranmaları.Akıllarında hiçbir fikir yokken “çok evrensel bir hikaye yazmalıyım” lafları duyuyorum.Bunun arka planında hikaye anlatma motivasyonu olmadığını düşünüyorum, sanki onları üne, şana ulaştıracak bir kalıbın içi doldurulmaya çalışılıyor. Önce sen neyi anlatmaya ihtiyacın olduğunu tayin et, sonra değerlendirirsin onun evrensel bir hikaye olup olmadığını. Bu tarz “projeci” yaklaşımların yaptığımız işin özüne aykırı olduğunu, bir tektipleşmeye yol açabileceğini düşünüyorum. Öyle ki kimilerine deseniz ki, “Sizin bir filminiz olmayacak ama ürünsüz bir şekilde yurt dışında A grubu bir festivale seçilmiş olacaksınız”, bunu bile kabul edecek gibi duruyorlar. Bazen insanların bir dert anlatmanın, içine sinen bir film yapmanın hayalini değil yalnızca çok başarılı olduğu haberinin onlarca insan tarafından retweet edildiğinin düşünü kurduğunu seziyorum. Hepimiz kendimize has, biricik insanlarız; çeşitli kalıpların içini doldurmaya çalışmaktansa özgün taraflarımızın peşinden gitmeliyiz. Hem o zaman birbirimizle rekabete girmek ve birbirimizi kıskanmak gibi bağlamsız ve usturupsuz durumlar içine de düşmeyiz.
Sinemasever ve sinemacı Vuslat Saraçoğlu’nu en çok etkileyen 10 filmi bizimle paylaşır mısınız?
Abbas Kiarostami – Yakın Plan
Asghar Farhadi – Bir Ayrılık
Krzysztof Kieslowski- Mavi
Nuri Bilge Ceylan – Uzak
Ruben Östlund – Turist
Thomas Vinterberg – Şölen
Yasujiro Ozu- Tokyo Hikayesi
Mike Leigh – Ömrümüzden Bir Sene
Ingmar Bergman- Utanç
Seren Yüce – Rüzgarda Salınan Nilüfer
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.