Her şey Guardian gazetesi muhabirinin basit bir hatasıyla başladı. Uluslararası teröristin bir popüler kültür ikonuna dönüş(türül)eceği sürecin henüz ilk yıllarında, 1975 senesinde Londra’daki bir dairede silah dolu bir çanta bulundu. Olay yerine intikal edenler arasında Guardian’dan Peter Niesewand de vardı.
Acar muhabir, evdeki kitaplıkta Frederick Forsyth’in gerilim romanı “The Day of the Jackal’ı (Çakalın Günü)” gördü ve ertesi günün manşetini attı: ‘Çakal Carlos’… Tarihin en meşhur teröristlerinden biri, lakabını (muhtemelen) tek bir sayfasını bile okumadığı bir kitaptan almıştı!
Okumamıştı çünkü kitap Carlos’a değil, grubu evinde ağırlayan Barry Woodhams’a aitti. Fakat Carlos’un namı alıp yürümüştü. Romanla gerçeği ayırt etmek artık mümkün olmayacaktı. Zaten kod adı Carlos’u da kendisi seçmemişti. Paris’te iki Fransız dedektifi öldürdüğü olayın ardından polisin bulduğu sahte pasaporttaki ismiydi Carlos…
Ama gerçek adının da (bir Venezuelalı için) pek normal olduğu söylenemezdi: ‘Illich’ Ramírez Sánchez… Marksist bir avukat olan babası, hayranı olduğu Vladimir İlyiç Lenin’den ilham almış; üç oğluna Vladimir, Illich ve Lenin adlarını vermişti!
Lafı niçin böyle uzattığıma gelince… Bir orta boy pop-corn yiyimlik normal bir filmi normal bir yazıyla anlatıyorsak, 3 bölümden oluşan 5 buçuk saatlik bir seriyi daha uzun yazmak gerekir de onun için…
Mini-dizi formatı bizde pek yaygın olmasa da, son dönemde hayli tutulan bir tür… Fransız yönetmen Olivier Assayas da 2010 Fransa-Almanya ortak yapımı ‘Carlos’ta bu türü denemiş. Ve hayli başarılı olmuş. ‘Dönem filmi’ çekmek kolay değildir. Üstelik film 20 seneye ve Paris’ten Beyrut’a, Moskova’dan Budapeşte’ye, Trablus’tan Şam’a, Berlin’den Hartum’a çok çeşitli mekânlara yayılıyorsa, işiniz daha da zordur. Ama gayet sürükleyici bir film ortaya çıkmış. “Bir solukta izlenir” demiyorum tabii. Hatırlatayım: 3 bölüm toplam 5 buçuk saat! Bununla birlikte, gerçek arşiv görüntüleri de içeren, belgesel tadındaki filmleri seviyorsanız Carlos hoşunuza gidecek.
İlginçtir, Carlos’un dünya kamuoyunda adını ilk kez duyurduğu Paris’teki polis cinayetleri esnasında yönetmen Assayas da olayın yaşandığı evden birkaç blok ötede okuyan, sol görüşlü bir öğrenciymiş. Ve o günleri şöyle anlatıyor: “Pek çok soru soruluyordu. Bir Venezuelalı neden Filistin için savaşır? Adam şimdi nereye gitti? Nasıl olur da kimse yerini tespit edemez? Gizemli bir olaydı. Hayal gücümüzle bir şeyler canlandırmaya çalışıyorduk. Ama soğuk savaş bittikten ve sır perdesi kalktıktan sonra, ağızdan ağza dolaşan efsanelerin aslında gerçekle hiçbir alakası olmadığını anlıyorsunuz.”
Assayas bu filminden dolayı “terörizmi yücelttiği, teröristi bir kahraman gibi gösterdiği” yönünde eleştiriler aldı. Ama zaten bir tarafı seçmeden biyografi çekmek mümkün değil gibi geliyor bana… İster istemez ya övecek ya da kötüleyeceksiniz. Benzer şeyler Steven Soderbergh’in 2 bölümlük ‘Che’si ve Uli Edel’in ‘Baader-Meinhof Çetesi’ için de söylenmişti.
Carlos’a dönersek, film Venezuelalı aktör Édgar Ramírez’in canlandırdığı Ilich Ramírez Sánchez’i 1975’teki Viyana OPEC Toplantısı Baskını’ndan hemen önce atletik bir terörist olarak alıyor, 1994 yazında Sudan’da hantal, bencil bir işadamı olarak yakalanıp Fransa istihbaratına teslim edildiği güne kadar getiriyor. Carlos bu süreçte önce Filistin Halk Kurtuluş Cephesi için sansasyonel eylemler yapıyor; egosu ve ünü birilerinden emir alamayacak kadar büyüdüğünde ise bağımsızlığını ilan ediyor. ‘Anti burjuva’ takılsa da pahalı takım elbiseleri, lüks otelleri, kadınları çok seviyor. 3. Bölümde yazar Assem Al-Joundi’nin bizzat Carlos’un yüzüne cesurca söylediği gibi, o “Manşetlerde adı geçmediği zaman bunalıma giren, manşetlerde yer almadan var olamayan bir devrimci”…
İki not daha: Birincisi, 3 bölüm boyunca Carlos’a bir kez bile ‘Çakal’ diye hitap edilmemesi… İkincisi ise, filmin sonlarındaki bir sahnede Carlos’un Sudan’da gençlerle dolu bir sınıfa savaş taktikleri üzerine T.E. Lawrence’dan (hani şu ‘Arabistanlı’) örnekler vererek ders anlatırken görülmesi… Usame Bin Ladin kronolojisine bakınca, aynı dönem onun da Sudan’da olduğunu görüyoruz. Carlos o günlerde ideolojisini esnaf zihniyetine büründürüp kendi kendini bitirmekle meşgul… Bin Ladin ise henüz yolun başında. Yeni yeni yıldızı parlıyor. Daha ruhani, daha ‘kuramsal’ bir çizgide ilerleyip 7 yıl sonra tüm dünyanın kaderini değiştirecek! İkisi hiç buluştular mı, yüz yüze görüştüler mi, bunu bilemiyoruz ama Carlos daha 2-3 gün önce bir İsveç televizyon kanalına röportaj verdi ve 11 Eylül sonrası da yaptığı gibi Bin Ladin’e olan sempatisini şu sözlerle belirtti: “Usame Bin Ladin 100 yıl sonra bile hatırlanacak. Barack Obama’yı ise kimse hatırlamayacak.”
Carlos bugün müebbet hapis cezasıyla Fransa’da Clairvaux Hapishanesi’nde yatıyor. Kendi hayatını anlatan bu film hakkında henüz kayda değer bir açıklama yapmadı. Ama aralara serpiştirilen ‘çıplaklığı’ fazla abartılı bulduğu ve genel olarak senaryoyu beğenmediği söyleniyor.
Illich Ramírez Sánchez… Popüler kültürdeki adıyla ‘Çakal’ Carlos… Entrikaların, jurnalciliğin, casusluğun zirve yaptığı; blokların, paktların şekillendirdiği bir döneme damgasını vurdu. Bugün zaman zaman çeşitli nedenlerle gündeme gelse de, eski şaşaalı günlerinden çok uzak bir halde, mahpus hayatı yaşıyor. Zamanında ‘Yeni Che Guevara’ yakıştırmaları yapılan birisi için kötü bir final… Öyle değil mi?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.