Daniel Monzón’un ‘Mahpushane gerilim’ filmi Celda 211 (Hücre 211) İspanya’da 6 Kasım’da vizyona girmiş, Şubat’taki Goya Ödülleri’nde ise aday gösterildiği 16 kategorinin 8’inde (En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu dâhil) ödülü kapmıştı.
En büyük rakibi Amenábar’ın Ágora’sı çoğunluğu teknik dallarda 7 ödülde kalınca Goya’ların tartışmasız galibi Celda olmuştu.
Film, şu günlerde gösterim programını belirleme konusunda ciddi bir ‘kafa karışıklığı’ yaşayan sinemalarımızda maalesef vizyona girmedi. Ama neyse ki İstanbul Film Festivali imdadımıza yetişti ve (özellikle ilk yarısında) izleyiciyi koltuğa ‘kelepçeleyen’ bu filmden mahrum kalmamış olduk!
Francisco Pérez Gandul, 2000’lerin başında “Celda 211” adlı bir polisiye roman yazdı. Endülüslü gazetecinin ilk romanıydı bu… Uzun uğraşlar sonunda bir yayıncı buldu. 2004’te basılan kitap pek fazla ses getirmedi. Sinemaya uyarlandığında böyle bir başarı yakalamasını da muhtemelen beklemiyordu Gandul… Ama film büyük övgü aldı ve İspanyol sinemasının başarı öykülerinden birine dönüştü.
Geçen ay El Pais’teki bir röportajında “Sinema, Hollywood hariç her yerde iyiye gidiyor!” diyen Juan José Campanella haklı galiba… İşin Hollywood kısmı ayrıca tartışılır ama İspanya’nın kalburüstü olmayan yönetmenlerinden Daniel Monzón böyle bir film çekebiliyorsa, Campanella’nın iddiası en azından İspanya için doğru olsa gerek…
Celda 211’i bu başarıya taşıyan isimlerden ilki, şüphesiz Luis Tosar… Ne kadar iyi bir ‘karakter oyuncusu’ olduğunu kanıtlayan Galiçyalı aktörün korkutucu ses tonuyla hayat verdiği ‘Malamadre’, her an perdeden fırlayıp bıçağı boğazınıza dayayacakmış hissini veriyor. Juan’ı koruma amacıyla ‘merhamete geldiği’ anlarda ise nasıl uysal bir kedi olabildiğini hayretle izliyorsunuz.
Filmin konusuna girmişken oradan devam edersek, Juan Oliver (Alberto Ammann) gardiyan olarak işe başlayacağı hapishaneye ‘işgüzarlık’ yapıp bir gün erken gelir. İki meslektaşının rehberliğinde ‘panoramik cezaevi turu’ yapıp nasihatleri dinlerken, tavandan düşen bir beton parçasının başına isabet etmesiyle bilincini yitirir. Gardiyanlar onu “biraz uzansın” diye 211 numaralı boş ve gizemli hücreye götürürler.
Bu esnada hapishanede bir ayaklanma patlak verir ki, sormayın gitsin! Tabii gardiyanlar da “Önce can sonra canan!” diyerek baygın Juan’ı hücrede bırakırlar. Ayıldığında artık parmaklıkların diğer tarafındadır Juan… Ve hayatta kalmak için ‘mahkûm rolü’ oynamak zorundadır.
Çünkü müstakbel gardiyanımız basit bir kurtarma operasyonuyla isyanın içinden alınabilecekken işler kontrolden çıkmıştır. Medya, Özel Kuvvetler, hatta Juan’ın hamile eşi olaya dâhil olur. Yerel bir isyanı ‘ulusal boyuta’ taşımak için de Bask terör örgütü ETA kullanılır. (Bu noktada İspanya politik sistemine yapılan göndermeler, İspanya’nın siyasi yapısı hakkında biraz bilgi sahibi olunursa daha kolay takip edilecektir.)
Netice olarak, o sabah uyandığında ‘kanunun tarafında’ olan Juan, artık bu ayaklanmanın iki liderinden biridir.
Zamora’daki metruk bir hapishanede çekilen Celda 211, kaos sahnelerindeki gerçekçiliğiyle ve hemen hemen tüm oyuncuların başarılı performansıyla dikkat çekiyor. Belki “psikopat polis şefi” Utrilla karakteri için, copu acımadan indirirken bile gözlerindeki hüznü saklayamayan, daha insancıl rollerde görmeye alıştığımız Antonio Resines’in yerine bir başka aktör düşünülebilirdi.
Celda 211’i izlerken benim aklımdan geçen film, tuhaf bir şekilde, “Dirty Dozen” oldu! Orada “kahramanlıkla, hayatla işi kalmamış idam mahkûmlarının bile uygun koşullar oluştuğunda ‘kahraman’ olabileceğini” görüyorduk. Celda’da ise benzer bir şekilde (ama tam tersine), devletle hiçbir sorunu olmayan, işini seven, mutlu bir evliliği olan Juan, şartlar o tarafa sürüklediğinde isyanı ‘ölümüne’ destekleyebiliyor. Biraz alakasız olduysa da, bitirirken Robert Aldrich’in ‘orijinal piçlerine’ selam çakmak istedim!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.