Cloud Atlas: Bütün Bir Varoluşun Diyalektiği

2000’lere güzel girmemizi sağlayan Matrix kardeşler(Wachowskiler) ve nadir iyi kitap uyarlamalarından Parfüm: Bir Katilin Hikayesi’nden hatırladığımız Tom Tykwer’ın ortak yapımı Bulut Atlası, “Yoksa yeni bir Matrix mi geliyor?” telaşı içinde sinema izleyicisi tarafından soluksuz bir beklentiye yol açmıştı. Bu beklenti bazıları için bir ‘başyapıt’ bazıları için de ‘hiçbir şeyin anlaşılmadığı’ bir hayal kırıklığı olarak son bulmuş görünüyor. Film hakkındaki kafa karışıklığının haklı nedenleri olsa bile şu kadarını söyleyelim, abartıldığı kadar değil.

Filmden önce biraz kitabından bahsedelim;
David Mitchell’in Man Booker Ödülüne aday olduğu kitabı Bulut Atlası, değişik zaman ve mekanlarda geçen altı hikayenin, birbirlerine ucundan kıyısından temas ettiği ya da edecekmiş gibi yaptığı bir anlatım tekniğine sahip. İşi var olduğundan ‘anlaşılmaz’ hale getiren de bu yapı aslında. Birbirinin içinde anlatılmaya başlanan öyküler diğerini kesecek şekilde aktarılıyor; zaten şaşırtmacası da orada.

1850, Yeni Zelanda: Köle ticareti ile uğraşan noter Adam Ewing’in, Kaliforniya’daki evine dönüş yolunda yazdığı anıların, 1931 senesinde Belçika’da dahi müzisyen Ayrs’ın nota katipliğini yapan homoseksüel besteci Robert Frobisher tarafından okunduğunu görüyoruz.
Frobisher’ın sevgilisi Rufus Sixsmith’a yazdığı aşk mektupları ise 1975 senesinde Kaliforniya’da bir nükleer santrali araştırırken hayatı tehlikeye giren gazeteci Luisa Rey’in eline geçiyor…
Tüm bağlantıları açık etmeden diğer hikayelerden de bahsedelim,
2012, İngiltere: Kendini zengin eden yazarın mafya kardeşlerinden kurtulmaya çalışan yayıncı Timothy Cavendish
Gelecek zaman, Kore: Sisteme isyan ederek ölüme mahkum edilen sonradan üretim garson kız Sonmi 451
Gelecek belirsiz bir zaman, Pasifikte bir ada: Bilim ve uygarlığın çöküşüne tanıklık edecek bir yerli, Zachry.

Bu zaman ve kişilerin kesiştiği yer ne olabilir?

İzleyici, karşılaştığı bu iç içe girmiş hikayeleri takip etmeye çalışırken yönetmenlerin bambaşka bir sürpriziyle karşılaşıyor; ana karakterler makyajla değiştirilerek tüm hikayelerde farklı rollerde yer alıyorlar. Kadın, erkek, genç, yaşlı demeden tüm tiplemelerin iyiden iyiye karışması filmin çözülmesini güçleştiren (ya da anlamlı kılan) başka bir unsur oluveriyor. (ve de makyajda ne noktaya gelindiğini gösteriyor…)

Hatırladığım kadarıyla ilk kez kötü adam olarak gördüğümüz Tom Hanks, sonunda iyi bir projede görebildiğimiz Halle Berry, 70’ine gelmeden romantik aşık dışında bir karaktere bürünen Hugh Grant, özlediğimiz Hugo Weaving, Jim Sturgess, Ben Whishaw, James D’Arcy, Doona Bae, Susan Sarandon, Jim Broadbent tüm bu isimler mükemmel performanslarıyla filmin çıtasını yükseltiyor.

Konu olarak baktığınızda Matrix’ten çok uzağa düşmeyen film, nihayetinde ‘farkındalık’ ‘özgür irade’ ‘iyilik-kötülük’ sorgusu yapıyor. “Hayatlarımız bize ait değildir, başkalarına bağılıyız” cümlesini herhalde hatırlarsınız… Bu açıdan bakıldığında Bulut Atlası, bütün bir var oluşun diyalektiğine işaret ediyor; hayatların diğer hayatlara olan etkisinden dem vuruyor, ‘ölümü’ yeni bir kapı olarak tanımlıyor. Filmin ayrışan kısmı ise bir öykü yerine pek çok kişinin iç içe girdiği bir kurgu ile anlatması. Matrix’de ‘sistem revizyonu’ vardı. Burada ise çöken sistemin ardından ‘kaçış’ var. ‘Seçilmiş kişi’ yerine ‘kişisel başkaldırı’ var. Her iki filmde de değiştirici özelliği olan ‘sevgi bağının’ altı çiziliyor.

Bulut Atlası, kendinden beklenen büyük beklentiyle şımarmamış; rotasından sapmamış; yönetmen egoları altında ezilmemiş; mükemmel senaryosu; saçmalaşmayan finaliyle herhangi bir filmin gölgesinde kalmadan sinema tarihindeki yerini alıyor.

Anlaşılmama korkusuyla “Hepimiz eşitiz” “Güç sende artık” tarzı ifadelerin filmin sonuna doğru fazlalaşmasını hoş görebilirsek aksamadan/sıkmadan izlenen Bulut Atlası, 2,5 saati aşan süresinde mükemmel bir sonla tüm hikayeleri birbirine bağlamayı başarıyor.

Her kurulu düzenin bir çeşit devrimin sonucu olduğu; bilinçli veya bilinçsiz her isyanın bir sisteme, her kahramanın bir ikona dönüşeceği; her eşitlik arayışının eninde sonunda kendi eşitsizliğini doğuracağı gerçeğini gözler önüne sererken ‘umut verici’ olmasa da en azından izleyiciyi aptal yerine koyan içi boş bir reçete fırlatmamış oluyor; saygı uyandırıyor.

Yorum Gönderin