Çocuk Filmleri ve Özgür Ruhlar

Sinema endüstrisinde başlı başına bir sektör, çocuk filmleri… Hele bir de küçük kızınız aracılığıyla siz de takip etmek durumundaysanız! Onlara çizgi film deyip geçmek doğru olmaz; öyküsüyle, kurgusuyla, sinematografik gücüyle, müzikleriyle başlı başına birer film hepsi. Hayal gücünü körelteceği nedeniyle doğumundan itibaren kızımıza ilk üç yıl televizyon izlettirmedik. Ancak geçen sene yavaş yavaş film dünyasını keşfetmeye başladı. Zaten okulda çocukların çantalarındaki “Spider Man”, “Barbie” logolarını telaffuz etmeye başladığından; artık çevreden etkilenmesinin çok da zor olmadığını görüyorduk. Peki masalların, çizgi romanların ya da oyuncak karakterlerin sinema dünyasına katılması iyi mi oldu kötü mü?

Sokakta ya da okulda bir çantanın üzerinde gördüğü bir çizgi karakter onun zihninde, bizimkinden daha çok yer kaplıyor. Hele okula başladığında –siz ne kadar tektipliliğe direnseniz de- diş macunlarından çoraplara, ayakkabılardan saç tokalarına kadar her şeyin Barbie logolu yapıldığını görünce, gelin de unutturun bu imajı ona… Biz de kendisine alternatif film bulma arayışı içine girdik. Hayvanlar olsun; konuşan ağaçlar olsun, Walt Disney’e alternatif masalların uyarlamaları olsun…

Onu prensesler dünyasından çıkarmayı biraz başardık sanırım; bir ara Barbie etkisinden kurtulup kendini hayvanların dünyasına verdi… Bu kez başka bir şey fark ettik; hayvanları anlatan öykülerin hemen hemen hiçbirinde çocuk karakterin annesi yoktu! Küçük Deniz Kızı, Ayı Çocuk 1-2, Vahşi Dünya, Kayıp Balık Nemo, Spirit, Bambi 1-2, Aslan Kral, Arabalar… Bizim elimizde olanlar bunlar. Bu nasıl bir tesadüf diye düşünürken; kızımızın dedesi, zaten Disney masallarının çoğunda karakterin annesinin olmadığından yakındı. Pamuk Prenses, Külkedisi, Güzel ve Çirkin, Uyuyan Güzel, Pinokyo vs… Anneleri ölmüş, babalarıyla ya da üvey anneyle büyümüşler… Ana karakter mutlaka iyi biri oluyor ve zor günlerinde babasının tatlı sert korumacılığı altında bilgeliğe yol alıyor. Bu mu yani hayat? Bu durum, ya annelerin kıymetini bilelim diye yapılmış; ya annelerine nefret duysunlar diye ya da (daha büyük ihtimalle) erkek egemen dünyada, annelerin tek görevi olan doğurma işlevini gerçekleştirdikten sonra bu dünyadan ayrıldığı, çocuğun yola babasından öğrendikleriyle gururla ve babasına olan hayranlıkla devam ederek günün birinde onun da güçlü ve dünyaya hakim bir yetişkin olduğu imajı mı çizilmek isteniyor? Bu sorunun cevabını masallarda aramamız ve çocuğumuza tarafsız bir şekilde anlatmamız gerekiyor sanırım çünkü bu hikayeleri yazanlar ile oturup sohbet etmek imkanımız yok. Hele film bittiğinde, çocuğunuz yanınıza gelip “Ama anne, sen gitmeyecek değil mi?” diye ağlamaya başlarsa, gelin de anlatmayın…

Masallardan gidersek; ana amaç prensle evlenmek olduğu için, annesizliği anlayabilirim (bir nebze)! Genç kız yalnız büyümüştür, babası ona hem anne hem baba olmuştur. Amacı babası gibi bir erkekle evlenmektir, evlenince de annesine gerek kalmaz. Maalesef. Bu kızımızın Freud’un Elektra ve Oedipus komplekslerinde anlatmak istediği baba-kız ve anne-oğul aşkının varlığı nedeniyle kendi cinsiyetine düşmanlık beslemesi kısmına örnek teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Ama bunu yaşaması için önce bir annenin varolması gerekmez mi? Olmayan bir varlığa nefret duyamazsınız. Öte yandan babasıyla büyüdüğü için ona aşık olabilir ama karşı cinsiyetle ilişkisini gözlemleme şansı olmadığından; dengeleri nasıl kuracağını ve gençlikte nasıl kendi cinsiyetiyle özdeşleşeceğini bilemeyebilir. Bu durumda karakterimizin ilerleyen zamanlarda neler yaşadığını merak ediyor insan…

Filmler üzerinden gidersek; uyarlanmayan ve özgün senaryoya sahip animasyonlara baktığımızda, annesi olmayan ve babasıyla büyüyen aslanlar, balıklar, ayılar, deniz kızları, kuşlar ve geyikler görebiliyoruz. Ormanın zorlu koşulları arasında büyüyen ve büyüme çağına geldiğinde; babasının öğretisine ihtiyaç duyan karakterler görüyoruz. Babanın senaryo icabı görev ve yükümlülükleri büyüme çağında başlıyor, ona hayatın nasıl olduğunu gösteriyor. Orman ahalisi ise, doğumundan o güne dek karakterimize sahip çıkmış oluyor, yani bir nevi annelik yapıyor.

Annelik ve babalık nedir, görevleri nereye kadardır tartışmalarına girersek; çıkamayız. Ama çocuklarımızın bu filmleri izlerken, erkek egemen bir dünyada yaşadıklarını veya sonlarının prensesler gibi olacağını düşünmelerini istemeyiz. Ya da “Anneler bizi doğurur ve bakarlar, babalar çalışır ve bize hayatın nasıl olması gerektiğini anlatırlar” görüşüne sahip olmaları da olmaz. Tabi ki kendi ayakları üzerinde dursunlar, ama aynı zamanda her türlü bakış açısına sahip, onları özümseyip, seçimlerini yapabilen, özgür, mutlu ve üretken bireyler olsunlar. Bir çocuğun zihninden tam olarak ne geçtiğini kesin olarak bilemezsiniz, ama en azından yardımcı olabilirsiniz… Kızımız çözüm olarak; her filmi izledikten sonra onu yorumlamayı ve yeni filmlere açık olmayı seçiyor şimdilik… Favorisi, Eski Batı’da büyüyen, sürüsüne sahip çıkan ve bir Kızılderili ile, süvarilere karşı direnip özgürlüğünü kazanan bir atın hikayesinin anlatıldığı “Spirit: Stallion of the Cimarron” filmi. Çok tesadüfen üzerinde at resmi var diye aldığımız bu film, ekranı algıladığı yıldan bu yana, halen favorisi… Benim bile her izlediğimde gözlerim doluyor. Çünkü bir yerli Kızılderili ile köle bir atın sahiplik kavramından kurtulup, özgürlüğe yol almalarını, dostça, samimi ve sıcak bir dille ve çocukluğumuzun sesi Bryan Adams’ın güzel yorumlu müzikleriyle anlatıyor film. Cinsiyetin ve kahramanlığın yüceltilmediği bu yapımda, üstelik karakterimizin annesi de mevcut:) Kızım da, pürüzsüz içgüdüsüyle tüm çocukların “özgür ruh” olmalarını düşlüyor sanırım…


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın