Bir çocuğun sessiz sinema oyunundaki gibi beden dilini kullanarak bir şey anlatmaya girişmesiyle başlıyor film.Çocuk, arkasındaki duvara doğru gidiyor, çömeliyor ve sinmiş bir vaziyette bir süre öyle kalıyor.Diğer çocuklar da neyi anlatmaya çalıştığını söylüyorlar: yalnız, gangster, üzgün, vicdan azabı… cevapları geliyor; fakat hiçbirini doğrulamıyor çocuk. Filmin geneline gönderme yapan bu küçük mizansenden sonra Juliette Binoche ve Michael Haneke’nin ilk ortak çalışması, esas kahramanlarıyla başlıyor.
Anne Laurent (Juliette Binoche), gazete almak için dışarı çıkmıştır. Arkasından, sevgilisinin erkek kardeşi gelir. Anne’e kalacak yeri olmadığını, köye-babasının yanına- dönmek istemediğini söyler. Bunun üzerine Anne, ona evin anahtarını verir. Çocuk geri dönerken elinde buruşturduğu kağıdı, köşebaşında dilenen kadının kucağına atar. Durumu gören zenci bir genç, çocuğu alıkoyarak dilenci kadından özür dilemesini ister. Tartışmaydı, kavgaydı derken polisler gelir ve zenci gence yaptıkları potansiyel suçlu muamelesinden sonra tarafları ve tanıkları karakola götürürler. Yaklaşık on dakikalık bu mükemmel tek plan sahne (usta görüntü yönetmeni Jürgen Jürges’in de hakkını teslim etmek gerekir) ile izleyici gösterilenlere inandırılır.Yani; çocuk o kağıdı atarak gerçekten dilenci kadını aşağılamak istemiştir, zenci gencin çıkışı ise kadının iyiliğine olmuştur… Aslında ise algıladıklarımızın temelsiz olduğunu, kişileri kafamızdaki stereotiplere denk getirdiğimizi ve çoğu kez de yansıtma yaptığımızı filmin en başındaki sahneyi referans alarak ve bu noktadan sonra filmin parçalı anlatımındaki her bir parçaya mercek tutarak rahatlıkla söyleyebiliriz.
Zenci gencin taksi şoförü olan babasına karakola gelmesi söylenir. Adam, müşterisine acelesi olduğunu ve kendisini en yakın taksi durağında indireceğini söyler. Müşteri, durumu saçmalık olarak niteler. Çünkü o, müşterinin gözünde ataları kölelikten gelme bir neslin ferdidir; gerçekten özel işi olamaz.
Fransız vatandaşı olmayan dilenci kadını uçağa bindirilip sınırdışı edilirken görürüz. Zencinin onun lehine yaptığı çıkış aleyhine sonuçlanmıştır. Dilenci kadını aşağılamak için kağıt attığını sandığımız Jean’ı ise köyünde babası ile birlikte, eğreti duruşu ve mutsuz haliyle görürüz. Anlarız ki attığı o kağıt, dilenciyi aşağılamak için değildir;kendi durumuna olan öfkesinin patlamasıdır.
Amadou (zenci genç)’nun annesini oğlunun başına gelenlerden dolayı ağlar ve sitem ederken görürüz. Oğlunun sınırdışı edilme ihtimalinden dolayı korkmaktadır. Amadou ve annesi için vatan Fransa iken onlara bakan gözler için ait oldukları yer Afrika’dır. Ardından gelen sahnede ise dilenci kadını memleketinde kimliği ve aidiyetiyle gördüğümüzde o, gözümüzde dilenci kadın olmaktan çıkar. Sonraki parçalarda da biz dilenci kadını memleketinde kendine özgü bir bütünlüğün parçası olarak görsek bile o hiç de bizim gördüğümüz gibi değildir artık; aşağılanmış ve başkalarının bakışları kimliğine sinmiştir.
Anne’in sevgilisi Georges savaş fotoğrafçısıdır. Kabil’den yeni dönmüştür.Bir restorandaki sohbet esnasında kendisine sorulması üzerine oradaki hayatın basit ve net olduğunu, buranınsa karmaşık olduğunu söyler.Aynı restoranda Amadou’yu beyaz bir kızla beraber görürüz. Amadou pencere kenarından masa ayırttığını garsona söyler; garson da rezerv süresinin dolduğunu ve pencere kenarından yer veremeyeceğini kibarlıkla söyler. Beyaz kızın da isteğiyle gösterilen yere otururlar. Başta gördüğümüz Amadou ile bu Amadou arasında çok fark vardır. Bir beyaz kızla birlikte olması kendisini dışlanmış hissetmesine mani olmuş ve bu yeni his davranışına da yansımıştır. İşte bu parça, Georges’un sarfettiği ‘burada hayat karmaşık’ sözünün altını doldurmuştur.
Yine aynı masada biri Georges’e ‘’savaşı fotoğraflarla anlatamazsın’’ der. Fotoğraflarıyla insanları savaşa karşı duyarlı kılmak isteyen Georges, Anne’in apartmanlarındaki bir çocuğun, ailesi tarafından şiddete maruz kaldığından şüphelendiğini ve bir şeyler yapmaları gerektiğini söylediğinde aynı duyarlılığı gösterip harekete geçmez. Hemencecik, duyarlı bir insan olduğuna dair yargıya vardığımız Georges’e karşı bakışımızı parçalayan bir parçadır izlediğimiz-tıpkı diğer parçalar gibi…
Sona gelmeden önce ‘havuzlu sahne’ ile ‘metrodaki sahne’yi birleştirerek okuyalım: Havuzlu sahnedeki film çekimiyle kurmacanın-kurgunun, basbayağı gerçek kadar etkili ve inandırıcı olabileceği vurgulanmıştır. Buradan metrodaki sahneye geçiş yaptığımızda Arap gencin Anne’i -aslında hiç öyle olmadığı halde- yüksek sosyetenin tuzu kuru bir üyesi olarak neden algıladığını ve neden elinden geldiğince onu rahatsız ettiğini anlayabiliriz. Toplumsal kodlar onu bize nasıl bir pislik olarak gösteriyorsa Anne’i de ona kağıttan bir bebek olarak gösteriyor.
Sonda; farklı ırklara mensup çocuk ve gençlerden oluşan bir bando takımının aynı ritmi sürekli tekrarlaması eşliğinde dilenci kadını Paris sokaklarında, metrodan çıkmış Anne’i üzgün bir biçimde evine girerken, Georges’i de dış kapının kodunun değiştirilmesinden dolayı Anne’nin evine giremeyip ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette görürüz.Bando takımının çıkardığı ortak ses; dilenci kadın, Anne ve Georges’in farklı yerlere savrulmuşluklarının altını çizerken bir yandan da kolektif amaçlar fukarası çağımızda aslında herkesin birbiri için, bir ‘bilinmeyen’ olduğuna işaret eder.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.