Sanatı duyan insanlarla anlayan insanlar çoktur, ama sanatı hem duyan, hem de anlayan insan pek azdır. – Hilard
Sanat, ekmek peşinde koşarsa alçalır. – Aristophanes
Fransız sinemasının en büyük yönetmenlerinden bir tanesiydi Alain Corneau. 2010’da Zafer Bayramımızı kutlarken ve şehitlerimizi anarken içimizdeki sevgi kadar hüzün de vardı. Çünkü o gün usta bir sinemacı daha aramızdan ayrılmıştı. Alain Corneau ne yazık ki 67 yaşındayken kanser yüzünden hayata veda etti. Son filmi “Crime d’Amour” vizyona gireli sadece on iki gün olmuşken vefat etti. Sinema yaşamına Costa Gavras’ın asistanı olarak başlayan, aynı zamanda müzisyen de olan usta yönetmenin yeri hiçbir zaman doldurulamayacak. Kendisinden geriye on yedi kurmaca film kaldı. Bunlar arasında en bilineni şüphesiz “Tous les matins du monde”, Türkçesiyle “Dünyanın Tüm Sabahları”. Bir başyapıt olan “Tous les matins du monde” sinema tarihinde müziği/müzisyenliği ana teması haline getirip bunu başarıyla kullanan ender filmlerden bir tanesi olarak göze çarpıyor.
Film, Gerard Depardieu’ya yapılan bir yakın planla başlar ve bu yakın plan yaklaşık dört-beş dakika sürer. Depardieu’nun canlandırdığı Marais bir süre sonra yanındaki müzisyen adaylarına hikayesini anlatmaya başlar. Geçmişe döneriz. Sainte Colombe çok büyük bir aşkla bağlandığı karısını toprağa vermiş usta bir müzisyen. Elindeki viyolenseli adeta ağlatır, çok yeteneklidir. Bir gün kapısı çalınır. Kapıyı çalan kişi Marais’den başkası değildir. Marais, Sainte Colombe’un methini duymuş, ondan ders almak istemektedir. Sainte Colombe, Marais’yi dener ve çalışını beğenmeyip onu evden kovar. Ama Marais inancını yitirmez, inat eder ve Sainte Colombe’u ikna etmeyi başarır.
Corneau, “Tous les matins du monde” üzerinden sanatı sorgular. Gerçek sanatın kimler için yapılacağına, ne için yapılacağına değinir. Filmin bir sahnesi bu açıdan çok önemlidir: Marais ile Sainte Colombe tanıştıktan sonra Sainte Colombe, Marais’ye ilk dersini verir ve şöyle der: “Bayım, kötü çalmamıştınız. Vücudun pozisyonunu biliyorsunuz, duygulu bir biçimde çalıyorsunuz. Yayı iyi kullanıyor, viyolanın üzerinde uyumlu bir şekilde gezdiriyorsunuz. Notaları ustaca kullanıyorsunuz…ve bazen de sevimli. Ama ben müziği duyamadım. Dans eden insanlar için çalabilir, sahnedeki şarkıcılara eşlik edebilirsiniz. Yazdıklarınız beğenilir ve kimse sizi eleştirmez. Hayatınızı kazanırsınız. Müzik yapmadığınız hayatınızı… Ama bir müzisyen olamazsınız. Hissedebilmek için kalbiniz var mı? Dans etmekten ve kralın kulaklarını mutlu etmekten başka, seslerin ne işe yarayabileceği hakkında bir fikriniz var mı?” Corneau, Sainte Colombe üzerinden müzisyenlikle ilgili dersler verir adeta. Yetenekli bir müzisyenin önünde iki yol vardır Sainte Colombe, dolayısıyla müzisyen-yönetmen Corneau’ya göre: İlki sanatı sanat için yapması, ötesini berisini önemsememesi. İkincisiyse sanatı iktidar için, para kazanmak için, eğlendirmek ve övgüler almak için yapması, yani sanata ihanet etmesi. Deli dolu, biraz da utangaç olan Marais’nin amacı sanatı sanat için değil de şöhret ve para için yapmaktır. Dolayısıyla Marais ikinci yolu tercih eder ve kraldan kendisine gelen “gel benim sarayımda çal” teklifine balıklama bir şekilde atlar. Ustasının evinden ayrılırken geride ustasını ve kendisine sırılsıklam aşık olan sevgilisini (ustasının kızını) bırakır. Bu ihanetten günler sonra kral halkın çokça konuştuğu Sainte-Colombe’un methini duyar ve Sainte-Colombe’a sarayına yerleşmesi için Marais’yle teklif gönderir. Sainte-Colombe krala tarihi bir ayar verir: “Sizin sarayınız benim kulübemden çok daha küçük, oradaki kuru kalabalık, bir kişiden çok daha azdır benim gözümde… Yüce kralımıza teşekkür ediniz. Ben onun bana teklif ettiği altınların yerine ellerimin üstünde batan güneşin ışığını tercih ederim. Bukleli peruklarınızı değil kendi çuha giysilerimi tercih ederim. Kralın kemanlarının yerine kendi tavuklarımı, sizlerin yerine kendi domuzlarımı tercih ederim.”
Yıllar sonrasına döndüğümüzde çökmüş, yorulmuş, pişmanlıklar ve “keşke”lerle dolu bir Marais portresiyle karşılaşırız. Yakışıklığından eser kalmamıştır. Ustasını övgüler, pohpohlanma ve kralın yanında olma adına terk ettiği için pişman olmuştur. En önemlisi ustasından bir şeyler öğrenme şansını teptiği için kendisine kızmaktadır. İktidara yanaşma, iktidardan beslenme ona pek bir şey katmamış gibidir bu geçen onca yılda. Evet, kralın, yani iktidarın orkestrasının başına geçmeyi kabul etmesiyle epey zenginleşir, onlarca kilo alır, göbek bağlar, herkesin tanıdığı ve bazılarının hayran kaldığı bir isim haline gelir ama yaşlandıkça yaptığı hatanın da farkına varır. Filmin açılış sekansı bu açıdan önemlidir. Marais’nin çöküşünü gösterir. Sanatı beğenilmek, para kazanmak, şöhret olmak için satanların gerçek sanatçılar olmadığını haykırır filminde Corneau. Kimdir gerçek sanatçı, sanat kimin/ne için yapılmalıdır sorularını soruların da, cevapların da altını kalınca çizmeden cevaplar.
Filmi izlerken Sainte-Colombe’a ve onun “bir hırka, bir lokma” anlayışına hayran kalır, şu zamanlarda böylesi sanatçıların çok çok az sayıda olduğunu düşünürüz. Sahi kaldı mı Sainte-Colombe gibilerinden? Müziğini, filmlerini, romanlarını, resimlerini, kısacası sanatını iktidar ve/ya para için satmayan kişiler kaldı mı? Corneau, Sainte-Colombe üzerinden gerçek sanatçıyı, Marais üzerinden müzisyen olan ama sanatın doğasına ihanet ettiğinden sanatçı payesini hak etmeyen kişileri resmetmiştir.
Filmde eksik hiçbir şey yoktur. Görüntü yönetmenliğinden sanat yönetmenliğine, kurgudan seslere, oyunculuklardan müziklere her şey o denli başarılıdır ki kişinin böylesi bir film karşısında nutkunun tutulmaması mümkün değildir. Karısını yitiren, geçen her saatte onu daha da çok özleyen, acısını notalarıyla, müzikle dışavuran Sainte-Colombe rolünde aktör Jean-Pierre Marielle filmin en etkileyici performansına imza atıyor. Yaşlanmış Marais rolünde Gerard Depardieu, genç Marais rolünde Depardieu’nun oğlu Guillaume Depardieu ve aşkı uğruna ölümü göze alan Madeleine rolünde Anne Brochet karakterlerinin haklarını veriyorlar. Müzisyenliğin konu edinildiği böylesi bir filmde müzikler daha da önemli bir noktada yer alıyor haliyle. Zira Corneau bir söyleşisinde “imkansız bir şey benim için müziksiz film yapmak” der. Müzik onun için ekmekle su gibiydi. Filmlerinde de ve özellikle bu filminde bu saf müzik aşkının yansımalarını görürüz. Dolayısıyla filmin soundtrackleri epey başarılıdır. Filmin müziklerine Jordi Savall imzasını atmıştır. Savall, Sainte-Colombe ve Karin Marias’nın besteleri üzerine sağlam ve ayrıntılı bir çalışma yapıp insanları bambaşka dünyalara sürükleyecek kalitede, görüntülerle ve hikayeyle epey uyumlu olan müzikler yapmayı başarır. Tüm bu çalışmalardan sonra ortaya “izlenilesi” değil “dinlenilesi” bir film çıkar.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.