”Bana yalnız başyapıtlar çevirmiş bir aktör göstersenize! Öyle olmasını beklerseniz, bir odada beklerken yaşlanabilirsiniz. Ya da James Dean olmanız gerekir: Üç film yapar ve ölürsünüz.”
Jean-Paul Belmondo
Sinemada muazzam bir kariyer yapmak kolay bir şey değil. Ama daha zoru bu kariyeri başarıyla devam ettirmek. Yazıyı başlatan Belmondo’nun sözü de bu durumu çok iyi bir şekilde ifade ediyor. Hemen hemen her yönetmenin kariyerinde çok kötü olan filmler mevcut. Kimileri bu kötü filmlerinden ders çıkarıp sonraki filmlerinde çıtayı bu denli düşürmemeye özen gösteriyorlar, kimileri de ne yazık ki kötü filmler çekmeye ister istemez devam ediyorlar. Bu yazımda düşüşe geçen, arka arkaya vasat/vasat altı filmler çeken, kariyerleri için endişelendiğimiz yönetmenlerden altısının kariyerlerine derine dalmadan bakıyoruz. Dileğim yönetmenlerin kötü film çekmeye nokta koyup tekrar yükselişe geçmeleri.
Clint Eastwood: Herkesin adını hayranlıkla andığı birisi Eastwood. Yaşı 80’i aşan usta aktör/yönetmen Eastwood kariyerine hızla, hatta bazen kendisinden küçük olan Woody Allen’ın da hızını aşarak devam ediyor. Peki niceliğin artışı niteliği de doğru oranda artırıyor mu? Bence hayır. Evet, Eastwood hâlâ iştahla filmler çekiyor ama ne yazık ki çektiği filmlerin tatmin edici tarafları çok az. Kanımca Eastwood’un son kaliteli filmi “Gran Torino” (2008) oldu. Merkeze gene milliyetçi birisini koyan Eastwood bu filminde karakterinin, bütün çekik gözlüleri Çinli sanıp bunlardan nefret eden karakterinin, bir süre sonra bu kişiler için canını verecek duruma gelmesine odaklanıyordu. Bunu da gayet etkili bir şekilde anlatıyordu Eastwood. Öncesinde çektiği “Changeling” (2008) filminin de ortalamanın üstünde olduğunu belirtmek gerek. Ne yazık ki bu iki filmdeki başarısını sonraki filmlerinde koruyamadı. Spor türündeki “Invictus” (2009) formüllere fazlasıyla saplanıp kalan bir filmdi. “Hereafter” ise yönetmenin -yaşından ötürü müdür nedir- öteki tarafı kurcaladığı ama bunu yüzeysel kalmış, “kesişen hayatlar” temasının hakkını verememiş bir öyküyle yaptığı bir filmdi. Yer yer epey boğucu idi. “J. Edgar” ise başroldeki Leonardo DiCaprio’dan ötürü de merakla beklenmişti. Eastwood’un “Gran Torino”da kabarmayan milliyetçilik damarının burada tekrar kabardığını belirtmeliyim. Pek de iyi anmayacağımız Hoover’ı “iyileştirerek”, onun yaptığı kötülükleri seyirciden gizleyerek, tüm suçu annesine atarak yansıtıyor. Eastwood bu filmden sonra kariyerine müzikli bir dönem filmiyle çıktı: “Jersey Boys” (2014). Fakat gene senaryodan darbe yiyordu. Zira kaleme alınan senaryo dağınıktı. Jersey Boys grubunun kuruluşu, şarkıları, yükseliş ve çöküşüne de, İtalyan mafyasına da odaklanmaya çalışırken filmin öyküsü bir süre sonra dağılıyordu. Pek de dikkatleri çekmeyen bu filmden sonra Eastwood, Steven Spielberg’in çekmekten vazgeçtiği “American Sniper” (2014) uyarlamasına el atar. Sonuç ise facia. “J. Edgar”da milliyetçilik damarı kabaran Eastwood yeni filminde milliyetçiliği o denli yoğun kullanır ki film bir süre sonra propaganda türüne kayar. “J. Edgar” ile beraber hiçbir şeyi doğru yapamayan, en kötü filmlerinden birisi olur. Iraklı çocukların ölümünü haklılaştıran, Iraklıların hepsini aynı şekilde gösteren, Chris’in iki yüz kişiyi öldürmesini kahramanlıkla eşleştiren, iki yüz kişiyi öldüren bu karakterin psikolojisine sadece iki kısa sekansta değinen, bunun yerine filmin son on dakikasını Chris’in cenazesine ayırıp bol bol Amerika şovu yapan bir film. “Gran Torino”dan sonra çektiği tüm filmlerinde güçlü sahneler, anlar bulmak mümkün. Lakin bütüne baktığımızda hepsi fazlasıyla sorunlu filmler. Dolayısıyla -benim penceremden- Eastwood, “Gran Torino”dan beri iyi bir filme imzasını atamıyor. Umarım “American Sniper”ının sağlam gişesi yüzünden Eastwood kariyerine milliyetçilik ve hamaset dolu filmlerle devam etmez.
Ferzan Özpetek: İtalya’da filmler çeken bizden bir yönetmenle devam edelim. “Hamam” (1997) ile başladığı, “Harem Suare” (1999) ile devam ettirdiği kariyerini İtalya’ya taşıyan Özpetek en iyi ve kötü işlerini burada çekti. Özpetek, Türkiye’de çektiği ilk iki filmden sonra 2001’de gösterilen “Le fate ignoranti”, “La finestra di fronte” (2003), “Saturno contro” (2007) filmleriyle kariyerine devam eder. “Le fate ignoranti”yi pek başarılı bulmuyorum ama “La finestra di fronte”nin yönetmenin en iyi filmi olduğunu söyleyebilirim. 2005’te gösterime giren “Cuore sacro”daysa yönetmen alışılmış tarzının dışına çıkarak bir kadının ruhani yolculuğunu yavaş bir tempoyla anlatır. Kadın karakteri başarıyla derinleştirir ama aynı şeyi filmin tamamı için söylemek zor. Kanımca en Özpetek olmayan Özpetek filmi oluverir. Sinemasını oluşturan, İtalyanlarca kabul görmesini ve önemsenmesini sağlayan bu filmlerden sonra Özpetek düşüşüne “Un giorno perfetto” (2008) ile başlar. Yönetmen bu filminde aşkın hastalıklı tarafına odaklanmak istemiş. Ama bunu yaparken merkezdeki fakir aileyi de, zengin aileyi de derinleştirememiş. Özpetek’in en karanlık filmi olduğunu, içinde (saniyelik rolle) Serra Yılmaz ve Sezen Aksu şarkılarından bir tanesini barındırsa da Özpetek sinemasının önemli taraflarından olan sıcaklık, samimiyet, mizahın bu filme taşınmadığını belirtmek gerek. Filmin karakterlerinde bolca sorunlar mevcut. Özpetek’in en karanlık ve şiddet dolu filmi aynı zamanda en sorunlu filmi de. Bu filmden sonra gelen “Mine vaganti” (2010) ile düşen çıtayı yükseltiyor, eski filmlerinin tadını ve mizahını yakalıyor. Lakin Serra Yılmaz’ın yerini alan Cem Yılmaz’lı “Magnifica presenza” (2012) ve kanser dramına odaklanan “Allacciate le cinture” (2014) ile düşüşüne devam eder ne yazık ki. Yılmaz’lı filmde Özpetek korkudan gerilime (hayalet gerilimlerine), komediye, dram ve trajediye kadar bir sürü türü kendi sineması üzerinden birleştirmeyi dener ama bu istek, perdede karşılığını bulamaz. Ortaya dağınık bir film çıkar. Korkutmaya/germeye çalışırken güldürür, güldürmeye çalışırken güldüremez. “Allacciate le cinture” ise “Magnifica presenza” kadar sıkmasa da odaklandığı konuya yeni açılımlar getirmekten uzak, bilinen klişeleri tekrar tekrar kullanan bir film olur. Özpetek’in bu filmlerle hızlanan düşüşünün son bulmasını ve “Mine vaganti” gibi mizahla dramı iyi bir senaryoda harmanladığı başarılar filmler çekmesini umuyorum.
Wachowskiler: “Bound” (1996) filmiyle noir türüne yeni açılımlar getiren kardeşler, “The Matrix” (1999-2003) serisiyle yeri göğü inletmişlerdi. Onlarca kaynaktan beslendikleri “The Matrix” serisinden sonra kardeşler düşüşlerine “Speed Racer” (2008) ile başlarlar. Kimsenin beklemediği bir filmdir bu. Matrix efsanesini yaratan kardeşlerden böylesine vasat bir film beklenmemiştir. Kardeşler bu filmden sonra dört sene ara verirler kariyerlerine. Daha sonra yanlarına Alman yönetmen Tom Tykwer’ı alarak David Mitchell’ın “Cloud Atlas”ını uyarlamaya girişirler. Tom Hanks, Halle Berry, Jim Broadbent, Hugo Weaving, Doona Bae, Ben Whishaw, Susan Sarandon, Hugh Grant, Jim Sturgess, James D’Arcy gibi usta aktörleri bir araya getiren “Cloud Atlas” (2012) bütün zamanlar arasında dolanırken türden türe de atlayan bir yapıya sahiptir. Bahisleri geçen bu aktörleri çeşitli rollerde görürüz. Neticede büyük beklentilerle beklenen film gösterime girdiği zamanda ülkenin kasırgaya teslim olmasından ötürü gişede çakılır, eleştirmenlerden de olumsuz eleştiriler alır. “Cloud Atlas”, “Speed Racer” kadar kötü bir film değil. Lakin epey hacimli olan senaryosunda sorunların olduğu bir gerçek. Gişede çakılan bu filmden sonra Wachowskiler senaristlik-yönetmenlik kariyerlerinin en kötü filminin, “Jupiter Ascending”in (2015) hazırlıklarına girişirler. Mila Kunis ile Channing Tatum’lı filmin her açıdan sorunları vardır. Evet, kardeşler gene muhteşem bir evren/uzay oluştururlar. Ama o kadar kötü bir öyküye imza atarlar ki filmde rol alan hiçbir oyuncu bu öyküye inanamaz ve bu durum onların performanslarına da sirayet eder. Kunis-Tatum epey kötü performanslar ortaya koyarlar. Romantizmi kof, aksiyonu sıkıcı, karakterleri karikatür, öyküsü delik değişik ve inandırıcılıktan çok uzak… Neticede “Cloud Atlas”ın, hatta “Speed Racer”ın da gerisine düşerler. Wachowskiler bilim-kurguyu sevdiklerinden kariyerlerine muhtemelen gene bu türde bir filmle devam edeceklerdir. Bakalım dibi gördükleri “Jupiter Ascending”ten sonra yükselişe geçebilecekler mi, yoksa o dipte mi kalacaklar…
Michael Mann: “Ne oldu sana, ne oldu böyle?” sorusunu yöneltebileceğimiz diğer yönetmense erkek öyküleri anlatmaktan hoşlanan, suçluların dünyasına son derece hakim olan büyük yönetmen Mann. Aslında Mann kariyerinin başından beri iyi ve kötü filmler çekmiş birisi. Mesela ikinci filmi “The Keep” (1983) o kadar da iyi değil. Hannibal’ın en az göründüğü Hannibal filmlerinden “Manhunter” (1986) başarılı bir gerilimken “The Last of the Mohicans” (1992) kanımca fazlasıyla abartılmış, ortalama bir film. Arka arkaya çektiği “Heat” (1995) ve “The Insider” (1999) filmlerinin “Collateral” (2004) ile birlikte kariyerinin en iyi filmlerinden olduğu konusunda herkes hemfikir. 2001’de gösterilen “Ali” biofilmi ise fazlasıyla dağınık, diğer filmlerinden epey geride olan bir film. Zig-zaglı kariyerinde düşüşe geçmeye başladığı filmse “Miami Vice” (2006). Wachowskilerin “Jupiter Ascending” onların kariyerlerin nasıl ki dip noktasıysa bu film de Mann’in kariyerinin dip noktası. Daha kötüsünü çekmedi. Her açıdan sorunlu bir filmdi. Yerden yere vurulan bu filmden sonra Mann çıtayı birazcık yükseltir “Public Enemies” (2009) ile. Çıtasını yükseltir yükseltmesine de yeni “Heat” bekleyenleri üzer. Yıldızlarla (Johnny Depp, Christian Bale, Marion Cotillard) dolu kadrosu da filmi kurtaramaz. Gene de “Miami Vice” kadar sıkıcı bir erkek öyküsü anlatmaz. Çatışma sekansları başarılıdır ama bu filmi de fazlasıyla formüllere bağlı kalmıştır. Tıpkı son filmi “Blackhat” (2015) gibi. Yıllardır film çekmeyen Mann, “Blackhat” projesini açıkladığında her zamanki gibi heyecanlanmıştık. Mann gene merkeze bir erkeği yerleştirecek, gene suçlulara odaklanacak. Bu kez ise teknolojiyi, hacker’lığı merkeze koyacaktı. Koydu da. Ama ortaya çıkan filmin “Miami Vice” seviyesinde olduğunu görünce üzülmemek zordu. Mann’in düşüşü “Miami Vice” ile başlamıştı. Şimdi ise gene her açıdan dökülen, fazlasıyla uzatılmış, kendisinin çektiğine ikna olmak istemeyeceğimiz “Blackhat” ile bu düşüşünü devam ettiriyor. Peki bu düşüş sona erecek mi, umudu kesmeli miyiz? Belki ileride dişe dokunur bir film çeker. Fakat Mann’in kariyerinin bu son dönemini (malum, Mann de yaşlandı) pek hatırlamak istemeyeceğiz gibi görünüyor. Bu da üzücü.
Serdar Akar: Yetenek kaybına uğrayan bir diğer isimse bizden Serdar Akar. “Gemide” (1998), “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” (2000), “Maruf” (2001) ile yönetmenlik kariyerine iyi bir şekilde başlayan Akar bir süre sonra dizi yönetmenliğe geçip “Koçum Benim” (2002), “Kurtlar Vadisi” (2003) gibi dizilerin yönetmenliklerini üstlenmişti. Yetenekli bir yönetmen olduğunu daha ilk filminden belli eden Akar bir süre dizilerle oyalandıktan sonra sinemaya “Kurtlar Vadisi Irak” (2006) ile dönmüştü. Ne yazık ki kaliteli bir film değildi ve Akar için alarm zilinin çalmasına neden oldu. Popüler dizinin ekmeğini yiyen, klasik bir kahraman öyküsü anlatan bu filmden sonra Akar kariyerine daha başarılı, ama sorunları da olan, alt sınıf-üst sınıf farkını bazen fazlasıyla yüzeyselleştiren, gene de içindeki şiddetle etkileyen “Barda” (2007) ile devam etti. Kimilerinden iyi, kimilerinden kötü eleştiriler alan bu filmden sonra Akar’ın düşüşü başladı. Akar her zamanki gibi TV’yi de boşlamıyor, yapımcılığını üstlendiği dizilerin bazı bölümlerini de çekiyordu. “Barda”dan sonra “Elveda Rumeli”yi (2007-2008) yapan Akar kariyerine facia olarak niteleyebileceğimiz bir filmle, “Gecenin Kanatları” (2009) ile devam edecekti. Bir süredir filmler yapan, bu filmleri çokça izlenen Mahsun Kırmızıgül’ün senaryosunu yazdığını duyduğumuz anda nasıl bir filmle karşılaşacağımızı zaten tahmin edebiliyoruz. Dolayısıyla film gösterime girmeden Akar’ın bu filmi çekecek olmasına üzülmüştük. Nitekim filmi görünce daha da üzüldük. Canlı bomba olmaya karar veren bir kadınla bir yarışçının aşkını konu alan filmi neresinden tutsak elimizde kalıyor. Oyunculukların yerlerde süründüğü, her zamanki gibi kör gözüm mesaj-mesaj-mesaj diye kasmaktan dandik öykünün anlatılamadığı, iki karakter arasındaki aşka inanamadığımız, kof bir romantizme sahip olan, kötü kurgulanmış ve epey kötü yönetilmiş bir film… Bu facia filmden sonra Akar kariyerine epey sevilen Behzat Ç. dizisinin iki filmiyle devam etti: “Seni Kalbime Gömdüm” (2011) ve “Ankara Yanıyor” (2013). İki filmde de Akar’ın düşüşünü gözlemliyoruz. “Seni Kalbime Gömdüm” de en az “Gecenin Kanatları” kadar kötü bir filmdi. Ne kitabın hakkı veriliyordu, ne polisiye türünün… Dizinin alelade bölümlerinden bir tanesi gibiydi. Bir sinema filmi olduğunu düşünmek çok zor. Keza ikinci Behzat Ç. filmi de öyleydi. Kısacası Akar arka arkaya facia filmler kotarmış, o ilk dönemlerdeki halini fazlasıyla aratmış yönetmenlerden. Onu da yazımıza dahil etmesek olmazdı. Tabii burada durup ilk filmlerindeki başarıyı sadece ona mal etmemek de gerekiyor. Oyuncuları ve Yeni Sinemacılar’ın da bu başarıda çokça emekleri mevcut. Zaten Yeni Sinemacılar’dan koptuktan sonra düşüşe geçmiş olması da ayrıca dikkatleri çekiyor.
Terrence Malick: 2005’te gösterime giren “The New World”te Malick son kez bir öykü anlatmıştı bizlere. Bu filmden sonra Malick her zaman yaptığı gibi ara verdi. Altı senelik uzun arasından sonra Brad Pitt-Sean Penn ve tanınmamış Jessica Chastain’li kadrosuyla çokça heyecanlandıran “Tree of Life” (2011) ile çıktı karşımıza. Çoğunluğun sevmediği bu filmden anlaşılacağı üzere bu altı senede Malick öykü anlatmaktan, oyunculara odaklanmaktan vazgeçmiş; doğayı ve Tanrı’yı daha fazla önemser hâle gelmişti. Evet, doğa ve Tanrı ikilisi, Malick’in sinemasında her daim yer bulmuşlardı. Ama ilk filmlerinde Malick doğayı ana karakter haline getirse bile bizlere başı ve sonu olan öyküler anlatmaktan feragat etmiyordu. Mesela “Badlands” (1973) birlikte suç işleyen iki sevgilinin mutsuzluğa yürüyen öyküsünü başarıyla anlatmıştı. Ya da “Days of Heaven” (1978) hayatta kalabilmek amacıyla eşini zengin bir adama peşkeş çeken bir adamın kıskançlığını, buhranını da gayet iyi anlatıyordu. Tabii Malick bu filminde doğaya fazlasıyla odaklanıyor, onu ana karakterler kadar önemsiyor, karakterlerin hayatlarındaki etkisini de ele alıyordu. Diğer iki filminde de öyküler anlatan Malick, “Tree of Life”ta sinemasını değiştirir. Artık Malick dış sese (anlatıcı) daha çok önem verecek, diyalogları ve replikleri epey azaltacak, oyuncuları doğanın bağrına yerleştirirken o oyuncu ister Sean Penn olsun, ister Brad Pitt olsun, isterse Ben Affleck olsun (olmasa iyiydi ya neyse!) doğa kadar önemsenmeyecek, bazen ekranda doğru dürüst bile görünmeyecek, uçan kamera (flycam) sıklıkla kullanılacak, dört mevsime muhakkak yer verilecek (gereksiz de olsa yağmur da yağacak, güneş de çıkacak), tabii Tanrı da es geçilmeyecek ve karakterlerin Tanrı ile ilişkisi de irdelenecek, filmde muhakkak bir rahip yer alacak, kilise görünmezse olmayacak, tek zamana hapsolunmayacak, zamanlar arasında dolaşılabilecek. “Tree of Life” ile başlayan, insanları şaşırtan bu değişim “Tree of Life”ın kalitesine ulaşamayan ve daha ikinci filmden (değişimden sonraki ikinci film) sıkan “To the Wonder” (2012) ve “Knight of Cups” (2015) ile devam edecekti. Affleck-Olga Kurylenko-Rachel McAdams’lı “To the Wonder”da bu değişim kötü bir şekilde devam etti. Yazılan eleştirilere göre “Knight of Cups”ın da bu iki filmden farkı yok. Orta yaş bunalımındaki Rick’in öyküsü(?) “To the Wonder”daki kadın karakterin öyküsü nasıl anlatıldıysa öyle anlatılmış, Malick gene doğayı karakterlerden ve öyküden daha çok önemsemiş. Malick senaryosuz/öyküsüz filmler çekmeye devam edecek gibi görünüyor. Fakat bunu yaparken düşüşe geçtiğinin de farkında değil. “To the Wonder” ortalama bir filmdi. Görünüşe göre düşüş “Knight of Cups” ile de devam etmiş. Bu filmle aynı zamanda çekilen “Weightless”ın da (muhtemelen 2016) öncekilerden farklı olmayacağını tahmin etmek zor değil. Malick Tanrı’yı filmlerde ararken sıkıcılaşıyor ve kariyerine kötü filmlerle devam ediyor ne yazık ki.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.