”Bana yalnız başyapıtlar çevirmiş bir aktör göstersenize! Öyle olmasını beklerseniz, bir odada beklerken yaşlanabilirsiniz. Ya da James Dean olmanız gerekir: Üç film yapar ve ölürsünüz.”
Jean-Paul Belmondo
Danny Boyle: Kariyerine TV filmleri ve dizilerle başlayan Danny Boyle, Ewan McGregor’lı filmlerle ünlenmişti. Üç arkadaşın bir cinayet ve para yüzünden birbirlerine düşmelerini konu alan “Shallow Grave”le iyi bir çıkış yakalamış, gelecek vaat ettiğini kanıtlamıştı. Bunu takip eden “Trainspotting” uyuşturucu konulu filmler düşünüldüğünde akla gelen ilk yapımlardan oluvermişti. Bu filmden hemen sonra çekilen McGregor-Cameron Diaz’lı komedi filmi “A Life Less Ordinary” ise eğlenceli bir Stockholm Sendromu filmidir. Boyle iki başarılı, bir fena olmayan filmle kariyerine devam ederken Leonardo DiCaprio’lu “The Beach”i çekme gafletinde bulunur. Gaflet diyoruz, çünkü -dendiği kadar olmasa da- “Beach” vasat bir filmdir ve sinemacının yükselişine bir süreliğine set çeker. Başarısız bulunan, epey de yerilen bu filmden dört sene sonra Boyle, “28 Days Later…” adını verdiği zombi filmini çeker ve iyi eleştiriler alır. Fakat Boyle bu filmle elde ettiği başarıyı koruyamaz ve önce “Millions”ı, sonra bayağı kötü olan bilimkurgu filmi “Sunshine”ı çeker. Şu filmlere kadar karışık eleştiriler alan, kah yerilen kah övülen Boyle Oscar’la ilk kez “Slumdog Millionaire” filmiyle tanışır. Geceye damgasını vurup sekiz Oscar’ı kapan bu film bence iddia edildiği kadar iyi değildi, Boyle’ın da en iyi filmi hiç değildi. Vasatı aşamayan bu filmden sonra Boyle “127 Hours” ile karşımıza çıkar. Dinamik kurgusu, tek mekânı başarıyla kullanması ve James Franco’nun kaliteli performansıyla öne çıkan bu filmin en kötü tarafı muhafazakârlığı olur. Gezmekten, eğlenmekten hoşlanan karakterin kolunu kaybetmesi üzerinden yer yer ajitasyona girişen Boyle finaldeki “gezip eğlenmeyin, evde oturun, bilinmedik yerlere giderseniz kolunuzu kaybedebilirsiniz,” şeklindeki mesajıyla hayal kırıklığı yaratır. Yönetmen belirttiğim gibi kötü filmler de çekmiştir ama berbat diyebileceğimiz bir film çekmemiştir. Ta ki 2013’e kadar. James McAvoy ile Vincent Cassel’lı “Trance” yönetmene hiç yakışmayan, hatta kimseye yakışmayacak bir filmdi. Yönetmenin bu filmle dibi bulduğunu söylersem abartı olmayacak. Boyle’ın “Millions” ile başlayan düşüşü “Trance” ile devam etmişti. Bakalım Steve Jobs’ı anlatan yeni biofilmiyle bu düşüşü noktalayabilecek ve “Trance” faciasının bir kerelik olduğunu kanıtlayabilecek mi?
Jason Reitman: Aslında bu yazı dizisine başlarken genç yönetmenlere değil de bir zamanlar kaliteli filmler çeken, saçlarını kameranın arkasında ağartmış usta isimlere yer vermeyi düşünüyordum. Ama bir kereliğine de olsa bir istisna yapıp genç yönetmen Jason Reitman’a da değineceğim. “Thank You For Smoking” ile sinema kariyerine başlayan Reitman 2004-2010 yılları arasına sığdırdığı “Juno” ve “Up in the Air” filmleriyle epey övülmüştü. Genç bir kızın hamile kaldıktan sonra çocuğunu doğurma sürecini anlatan “Juno” ile Reitman ilk Oscar adaylığını kapmıştı. Bu filmi çalışanlara işten atıldıklarını söyleyen işkolik bir adamı merkeze koyan George Clooney’li “Up in the Air” izlemişti. Reitman senaryo ve yönetmenlik dallarında Oscar’a aday olmuş, başarısını devam ettirmişti. Ama bu filmden sonra çektiği, işsiz bir kadının kasabasına döndükten sonra burada yaşadığı adaptasyon sorununa değinen Charlize Theron’lı “Young Adult”, Kate Winslet ile Josh Brolin’i buluşturan ve aranan bir adamla kaçırdığı bir kadının ilişkisini anlatan “Labor Day” ve en nihayetinde sosyal medyayı/interneti kötü bir şey gibi göstererek muhafazakâr bir tavır takınan “Men, Women & Children” ile hem çıtayı düşürmüş, hem de bilhassa Akademi tarafından görmezden gelinmişti. Son iki filmi hiç yankı uyandırmadan gösterime giren Reitman’ın bu başarısızlıklardan sonra dizi sektörüne geçtiğini ve “Casual” dizisinin ilk iki bölümünü çekmeye başladığını söyleyelim. Reitman önümüzdeki dönemde bu başarısızlığı noktalayabilecek mi merak ediyorum. Umarız babası gibi kötü filmleri arka arkaya dizmeye devam etmez.
Francis Ford Coppola: Martin Scorsese, Brian De Palma ve Steven Spielberg’le birlikte çağının en büyük isimlerinden. Arka arkaya başyapıtlarını sıralayan, sonra büyük bütçeli filmlere ara verip sıradan insanların sıradan yaşamlarını konu alan filmler çeken Coppola takvimler milenyumu gösterdiğinde çağdaşları gibi geçmişteki başarısını aratmaya başladı. Çağdaşları bu milenyumda tatmin edici filmler de yaptılar ama Coppola bir türlü belini doğrultamadı. ’96’da gösterime soktuğu Robin Williams’lı “Jack” kariyerinin vasat filmlerinden ama bu filmden sonra toparlanmayı başarmış ve kaliteli mahkeme filmlerinden bir tanesi olan “The Rainmaker”ı kotarmıştı. Coppola’nın son iyi filmi de bu oldu. Usta yönetmen bu filmden sonra kariyerine on yıllık bir ara verecekti. Bu süre zarfında sadece yapımcılıkla meşgul olan, ailesindeki sinemacıları yapımcı kimliğiyle destekleyen Coppola’nın dönüş filmi Tim Roth’lu “Youth Without Youth” olmuştu. Enfes görüntülere, kaliteli müziklere, Roth’tan başlayarak başarılı oyunculuklara sahip bir film. Ama aynı şeyleri senaryo için söylemek zordu. Film bir yıldırım çarpması sonucu giderek gençleşen 70 yaşındaki bir adamı merkeze koyup onun bitirmeye çalıştığı kitabına, Nazilerden kurtulma çabalarına ve aşkına odaklanmaya niyetleniyordu; ama iki buçuk saatte anlatmaya yeltendiği bir sürü öykünün hakkını veremeyip yüzeyselleşiyor, oldukça kötü diyaloglarla beyni yoruyor, bazı öyküler birbirlerine tam anlamıyla bağlanamıyor, ortaya dağınık bir film çıkmış oluyordu. Bu kötü filmi ne yazık ki gene tatmin etmeyen “Tetro” ve kariyerinin en kötü filmi olarak addedebileceğimiz “Twixt” takip etti. “Tetro”, Coppola’nın “Rumble Fish” ve “The Outsiders” filmlerinin izinden giden bir yapım. Aynı zamanda yönetmenin “The Conversation”dan sonra kaleme aldığı ilk özgün senaryosu. Geçmişten gelen bir ağabeyle geçmişini unutmaya çalışan kardeşinin ilişkisini konu alan filmin “Rumble Fish” ve “Outsiders”ın çarpıcılığına ulaşabildiğini söylemek zor. Ama son filmi “Twixt”ten çok daha iyi olduğunu da belirtmeliyim. Bir yazarla bir hayaletin bir cinayeti çözümlemelerine odaklanan “Twixt” her açıdan dökülen, bir hayli özensiz çekilmiş, dağınık bir senaryoya sahip, ustaya yakışmayan bir filmdi. Ne yazık ki Coppola bu milenyuma iyi filmler sığdıramadı. Görünüşe göre ustanın bu son dönemini iyi anamayacağız. Sonunda şeytanın bacağını kırıp iyi filme imzasını atar mı bilinmez, lakin şimdilik Coppola da düşüşte.
Peter Jackson: Memleketinde çektiği küçük filmlerle gelecek vaat ettiğini kanıtlayan Peter Jackson çok geçmeden Hollywood’a geçmiş ve unutulmayacak Yüzüklerin Efendisi serisine imzasını atmıştı. Büyük bütçeli fantastik serinin elde ettiği gişe ve ödül başarısından sonra Jackson’a bu kez de King Kong yeniden çevrimi teslim edildi. Genelde bu yeniden çevrim sevilmiş, Jackson da gene ödüllere aday olmuştu. Bense sevememiştim. Jackson, King Kong’la kariyerine çıtayı fazla düşürmeden devam etmişti. Bu büyük bütçeli filmleri epey yerilen “The Lovely Bones” takip etmişti. On dört yaşındaki bir kızın öldürüldükten sonra babasına yardımcı olup katilin yakalanmasını sağlamaya çalışmasına odaklanan bu filmle beklediği başarıya ulaşamayan Jackson dümeni tekrar Tolkien’e kırdı. Aslında filmin sadece yapımcılığını ve senaristliğini üstlenecekti ama bu seriye bir türlü başlanamaması üzerine Guillermo del Toro filmi yönetmekten vazgeçti. Bunun üzerine Jackson yönetmenlik koltuğuna oturdu ve arka arkaya üç film çekti. “Lovely Bones”la düşüşe geçen Jackson bu filmlerle iyiden iyiye dibi buluyordu. Serinin bilhassa son iki filmi epey kötüydü. Ne karakterleri tanıyabiliyor, ne de aksiyondan zevk alabiliyorduk. Filmin başkarakteri Bilbo’nun üç filmdeki gelişimi sıfırdı. Keza cücelerden bazıları aksiyonda yitip gidiyor, doğru dürüst görünmüyorlardı. Öte yandan çocuklar için yazılmış Hobbit kitabını sinemaya taşırken yetişkin seyircileri kaybetmemek için filmin tonunun ciddileştirilmesi de büyük sorunlara yol açıyordu. Jackson bu kez Yüzüklerin Efendisi’ndeki başarısının yanına hiç mi hiç yaklaşamıyor ve hızla unutulan bir seriye imzasını atmış oluyordu. Son dört filmi vasatı aşamayan Jackson’ın kariyerine nasıl devam edeceği merak konusu. Bakalım dediği gibi memleketinde küçük bütçeli filmler mi yapacak, yoksa büyük bütçeyle büyük hikâyeler anlatmaya mı devam edecek. Önümüzdeki aylarda belli olacaktır. Dileğimiz Jackson’ın yeni filmiyle vasatı aşması…
Tim Burton: Milenyumda şansı çok az dönen yönetmenler deyince benim aklıma önce Ridley Scott, sonra Tim Burton geliyor. Bu yönetmenleri hemen hatırlamamın nedeni iki yönetmenin de durup dinlenmeden film çekiyor oluşları ve durup dinlenmeden çektikleri filmlerin çoğunu sevmemem. Burton’ın geçmişine baktığımızda çocukluğumuzda izleyip de çok sevdiğimiz o filmleri görüyoruz: “Beetle Juice”, “Mars Attacks!”, Batman’ler, “Sleepy Hollow”, “Edward Scissorhands” ve “Ed Wood”. Bu filmlerle 80 ve 90’lara damgasını vuran, diğer yönetmenlerin aksine toplumun dışına itilmiş karakterlere filmlerinde sıkça yer veren Burton bu güzelim yıllar geçtikten sonra düşüşüne başlar. Neden çektiği bilinmez “Planet of the Apes” ile hunharca eleştirilir, ki film de hunharca eleştirilecek denli kötüydü. Aslında insanların şebeği haline gelmiş maymunların devrim yapıp insanları şebekleştirmelerini anlatan film tam da Burton’lıktı. Çünkü Burton her daim mazlumun yanındaydı ama bu kez olmasaydı iyiydi. Bu başarısız filmi kariyerinin en kişisel ve milenyumda çektiği filmlerin en iyisi “Big Fish” takip etti. Son derece güçlü sekanslara sahip olan, bir babayla oğlunun ilişkisine odaklanan bu film gişede iki seksen yatınca Burton gene sevinememişti. Burton zaten milenyumda pek sevinemeyecekti. “Big Fish”i Roald Dahl uyarlaması “Charlie and the Chocolate Factory”, animasyon “Corpse Bride”, seri katil müzikali “Sweeney Todd”, Alice’in iş kadınına dönüştürüldüğü “Alice in Wonderland”, vampir filmi “Dark Shadows”, animasyon türündeki “Frankenweenie” ve biofilm türündeki “Big Eyes” izler. Animasyon türündeki iki filmi de gayet başarılı ama aynı şeyi “Alice”, “Dark Shadows” ve “Sweeney” için söyleyemeyeceğim. “Sweeney”yi izlemek cehennem azabıydı. Şarkı söylerken adam doğrayan bir seri katili, doğranmış adamları fırına atıp onlardan börek yapan Hannibal’dan farksız yengemizi ya da diğer karakterleri izlemek, kötü sözlere sahip bu şarkıları dinlemek, bir süre sonra tekrara düşen öyküyü katlanmaya çalışmak hiç de güzel bir tecrübe olmamıştı. Burton’ın vasat işlerindendi. Londra’nın puslu, seri katilli sokaklarını müzikale yer vermeden başarıyla anlatan bir film için Depp’li “From Hell”i bakabilirsiniz. “Big Eyes”, Burton’ın kamerasını gene banliyöye çevirdiği ama hiçbir şeyi doğru yapamadığı filmlerinden. “The Shining”in çakması bir filme imza atan Burton merkeze koyduğu kadın karakterin ayakları üzerinde durma çabalarını doğru dürüst işleyememiş, öyküsünü sığ ve klişe sulardan kurtaramamış, bilhassa Christoph Waltz’dan son derece kötü bir performans almış, onu Depp’e dönüştürmeye çalışırken dibi buluvermişti. Uzatmayayım. Burton son beş filminde sadece animasyonuyla başarılı olabildi. Bu düşüşe çekimlerini tamamladığı “Miss Peregrine” ile nokta koymasını diliyor ama çok da umutlanamıyorum.