Şiddet ve şiddet olgusu birçok anlamda, sinemanın her alanında kullanılan temalardan biri. Birçok yönetmen, bu temayı filme çarpıcılık katmak için kullanırken, Gus Van Sant Fil’de, bu olguyu anlamlandırmaya çalışıyor ve kamerasını 1999 yılında gerçekleşen Columbine katliamına çeviriyor.
Katliam deyince aklınıza hemen kan ve şiddet görselleri gelmemesi için, sizi şimdiden uyaralım. Ayrıca filmin bu gerçek bir olaya dayalı olmasıysa, Gus Van Sant’ın hayal gücünü hiçte kısıtlamıyor. Yani Van Sant çizdiği karakterlerde gerçek olaya dayalı şeyler oluşturma gereği duymuyor ve ciddi anlamda bir gerçek hikâye filminden çok, gerçek hikâyeden esinlenen bir film çekiyor.
Elbette Fil’den bahsetmeden önce biraz Van Sant’ın sinemasından bahsetmek gerek. Van Sant’ın filmlerinin en önemli özelliği, nerdeyse hepsinde amerikan rüyasına karşı bir duruş sergilemesi, yani Van Sant işin rüya kısmından çok kâbus kısmına odaklıyor kamerasını. Aslında sadece Fil üzerinden giderek bile bunu görmek mümkün. Konuya baktığımızda bir katliam öyküsü anlatıyor olması ve aynı zamanda bunun bir lise içerisinde geçiyor olması gayet de kafamızdaki Amerikan rüyasının ötesinde bir durum. Tabi Van Sant bu kavramı sadece konu üzerinde değil, karakterleri üzerinde de başarıyla kullanabiliyor. Van Sant sinemasının bir diğer önemli özelliğiyse, filmlerinde kullandığı sade ve durağan havanın içine her zaman için yerleştirmeyi başarabildiği o huzursuzluk hissi. Van Sant, seyircisini yoğun bir doğallık içine hapsederek, yaratıyor bu huzursuzluk hissini. Aslında bu kullanımı da, en çok Fil’de görebilmek mümkün. Van Sant filminin bir katliam filmi olduğunu bilmesine rağmen, katliam sinyallerini nerdeyse filmin son yarım saatinde veriyor tam anlamıyla. Bu şekilde sürekli bir şekilde, nerde bu patlamalar, silahlar vs. derken seyirciyi bilinçli bir huzursuzluğun içine sürüklüyor. Bekleyiş içerisine soktuğu tek kitle, aslında seyirci kitlesi değil, aynı zamanda karakterlerine de bu bekleyiş hissini yüklüyor, yani karakterlerin sürekli bir yerlere gitmeleri veya bir yerlere gittikleri sekansların tekrarlanması, bu bekleme ve huzursuzluk hissini daha da güçlendiriyor.
Film mavi bir gökyüzü ve kısmen gözüken bir elektrik direği görüntüsüyle başlıyor. Bu sekansla, Van Sant aslında ayrıksı bir katliam filmi çıkardığını gösteriyor daha ilk baştan seyirciye. Zaten film boyunca, çok da ünlem etkisi yaratacak imgeler ve sahneler kurmuyor Van Sant. Onun yerine sade ve düşündüren sekanslar kullanmayı tercih ediyor olması da zaten filmin en büyük sanatsallık kaynağı. Bu sekansla birlikte, Van Sant seyircisine ilk önemli uyarısını veriyor: Eğer kanın gövdeyi getirdiği bir katliam filmi bekliyorsanız, bu filmi izlemenize gerek yok, çünkü aradığınızı bulamayacaksınız.
Devam eden bölümde, çok kötü kontrol edilen bir arabaya dönüyor kameramız, kamera arabanın içine odaklanmadan önce ekrana çıkan siyah arka planın üzerinde karşımıza bir yazı çıkıyor “John”.
Aslında Van Sant filmdeki bütün karakterleri için bu tekniği uyguluyor. Karakterlerin isimlerini ciddi anlamda zihnimize kazımak için bu tekniği kullanıyor olabileceği gibi, aynı zamanda kullandığı çarpışan öyküler düzleminde zihnimizi çok da bulandırmamak için karakterlerini, merkez noktalar olarak da kullanıyor olabilir. Arabanın içine geçtiğimizde, John’un babasının sarhoş olduğunu ve gerçekten acınası bir halde olduğunu görüyoruz; ama Van Sant’ın bunu özellikle araba kullanımı olarak göstermesi bilinçli bir tercih. Açıklamak gerekirse, Freud psikolojisinde araba kullanmak erkeğe ait(maskülen) bir uğraşıdır. Yani baba figürünü, yetersiz bir karakter olarak gösterme tekniği olarak, çok başarılı bir yöntem kullanıyor yönetmen. Sonra arabanın kontrolünün John’a geçmesiyse, aslında her şeyi gayet iyi bir biçimde açıklıyor: Yetersiz bir baba figürünün altında ezilen John, bu yükü taşımasını da gayet iyi biliyor.
Okula vardıklarında babasına, arabada beklemesini söyledikten sonra, birini babasını alması için ararken, müdürün gelip onu azarlayıp, disiplin cezasına maruz bırakmasıyla, bir başka gerçekle daha karşılaşıyoruz: John bütün bu aile düzeni içinde ezilirken, okul içerisinde ciddi anlamda problemler yaşıyor. Yani bir olaya, farklı perspektiflerden bakmadan bir yargıya varılmamasını öğütleyen bir duruşu da var Van Sant’ın film boyunca. Aslında bu bir yargıdan da öte filmin ana öğelerinden biri haline dönüşüyor film devam ettikçe. Eğer John karakterini, ilk olarak disiplin cezası alırken görüyor olsaydık, onun için pekâlâ kötü şeyler düşünebilirdik; ama Van Sant’ın olay öncesini göstermesiyle birlikte, John karakterini koruyan bir duruş takınıyoruz.
Yine siyah bir ekranla karşılaşıyor ve diğer bir karakterimizin ismini öğreniyoruz “Elias”.Elindeki fotoğraf makinesine, adeta hayatı sığdırmaya çalışıyor Elias. Film boyunca Elias’ı sürekli olarak fotoğraf makinesiyle birlikte görüyoruz, sanki onunla birlikte yaşıyor ve var oluyor. Yani diğer bir deyişle, Elias seyircinin kendini en çok özdeşleştirebileceği bir karakter, çünkü bütün her şey olup biterken seyircinin zihnine kaydettiklerini, Elias fotoğraf makinesine kaydediyor. Yani işin özünde Elias da bir seyirci, seyirciyle birlikte anlamlandırıyor her şeyi, ne erken ne de geç. Elias’ı ilk olarak, okulun bahçesinde fotoğraf çekerken görüyoruz. Bir çifte, onların fotoğraflarını çekip çekemeyeceğini soruyor. Çift izin verdikten sonra oğlan hemen soruyor: Çıplak olarak mı? Aslında Van Sant burada da oldukça önemli bir şeye yer veriyor: Günümüz gençliğindeki cinsellik ve erotizme karşı olan yoğun eğilim. Elbette Elias, tıpkı seyircinin düşündüğü gibi, “Hayır. Açık havada çıplaklık bana göre değil.” diyor ve seyircinin düşündüğünü gerçekleştiriyor bir anlamda.
Diğer bir karakterimiz olan Nathan’la, ismini görmeden önce uzun bir yürüyüş sekansında tanışıyoruz. Bu sekans boyunca okulun içerisinde birçok bölüm görüyoruz. Zamanla anlıyoruz ki, Nathan okuldaki şu “popüler tip” bir anlamda. Van Sant bunu da o kadar düzenli bir şekilde veriyor ki, hayran kalmamak elde değil. Önce onu sahada spor yaparken görüyoruz, bu sayede atletik bir tip olduğunu öğreniyoruz. Sonra üzerine giydiği kapüşonlunun üzerinde yazan LifeGuard(cankurtaran) kelimesiyse yardımsever bir tip olduğunu gösteriyor bize. Yürüdüğü o uzun sekans sırasında yanından geçtiği kızların çok yakışıklı olduğunu söylemesiyle de kamera Nathan’ın arkasından yüzüne dönüyor, bu sayede Van Sant yakışıklılığına da gönderme yapıyor Nathan’ın. Sonra Nathan sevgilisi Carrie’yle buluşunca, kara ekranın üstünde yine o yazı beliriyor: “Nathan ve Carrie”.Aslında bu iki figürün en önemli sorunu, film boyunca onları bir türlü içselleştiremiyor oluşumuz. Yani bir şekilde onları tam anlamıyla kabullenemiyoruz. Bunun bilinçli bir tercih olup olmadığıysa büyük bir muamma. Eğer bilinçli bir tercihse bile, muhtemelen popüler olana karşı bir eleştiri olabilir bir anlamda. Çünkü onları içselleştirmeyerek, onların popüler, dolayısıyla sahte ve içi boş olduğunu söylüyor olabilir Van Sant. Tabi bunu tam olarak kestirebilmek pek de mümkün değil ki, Fil genel anlamda başı sonu muğlâk bir film.
Bir sonraki bölümde John’u bir odada ağlarken görüyoruz. Bu sekansta John’un ev-okul arası, ikilem içerisinde ezildiği gerçeği, tam anlamıyla yüzümüze çarpıyor. Sonra bir kız John’un yanına gelip, yanağına bir öpücük konduruyor. Sonra da kara ekranda bir isim beliriyor:“Acadia”. Acadia’yla böyle bir sekansta tanışıyor olmamız da, hiçbir şekilde istisnai değil aslında. Bu sayede, onun duyarlı bir karakter olduğu izlenimine kapılmamızı sağlıyor Van Sant. Sonra Acadia’nın, gay-heteroseksüel birliği toplantısına gittiğini söylemesiyle duyarlılık kavramı daha da kesinleşiyor. Bu diyalogdan sonra toplantı sekansına geçiyoruz. Konuşmalarının asıl mevzusunuysa bir insanın, eşcinsel olup olmadığının dış görünüşünden anlaşılıp anlaşılamayacağı oluşturuyor. Hepsi bu konuda fikrini belirtirken kamera, karakterlerin kurduğu çemberin ortasında dönüyor. Bu şekilde Van Sant aslında her iki cinsel kimliğin sembolünün (kadın♀, erkek♂) ortak noktası olan çemberi kullanarak cinsel bir gönderme de yapıyor olabilir; ama kesin olan bir şey, Van Sant bu sahnede cinsel kimlik karmaşasına büyük çapta bir gönderme yapıyor ve bu göndermeyi de seyirciye gayet başarılı bir şekilde iletiyor.
Bir diğer kara tahta karakterimizse Michelle. Michelle film boyunca bütün karakterlerin hikâyelerinin kenarında köşesinde beliriyor; ama onun hikâyesini sonlara doğru izliyoruz. Michelle’in en öne çıkan özelliğiyse, sürekli bir sessizlik ve tekrar hissi içerisinde olması. Van Sant genellikle Michelle’in olduğu sekansları tekrar tekrar veriyor seyircisine. Aslında filmin huzursuzluk hissini yaratan karakteri de Michelle bu açıdan, çünkü yüzünde sürekli bir mutsuzluk ifadesi ve güçlü bir tatminsizlik hissi var, adeta yaşamıyor, nefes almıyor, tıpkı yaşayan bir ölü gibi dolaşıyor okulun içerisinde. Michelle’i her görüşümüzde içimizde bir huzursuzluk hissi oluşuyor ve onun bölümüne geldiğimizde bu huzursuzluk hissine bir de umutsuzluk hissi ekleniyor. Aynı zamanda Van Sant’ın bu konuda merkez karakter olarak Michelle’i seçmesi de onun tam bir Anti-Amerikan Rüyası duruşuna sahip olması. Bakımsız, umursamaz, tatminsiz, mutsuz ve huzursuz, diğer bir deyişle tam bir Amerikan Kâbusu.
Filmin, en çok karakteri bir kara tahtaya sıkıştıran grubuysa “Nicole, Jordan ve Brittany”oluyor. Bu grup hakkında bahsedilebilecek en önemli şeyse, kafamızdaki popüler ve şirin pembeli kızlar imajını yıkıp geçiyor olmaları. Hepimizin bildiği üzere Hollywood filmlerinde herkesin takılmak için ölüp bittiği, aşırı derecede popüler, marka takıntılı kızlar vardır. Onlar bu hiyerarşik okul sistemi içerisinde, en üst kesimde yer alırlar her zaman. İşte bu bilindik olguyu yerle bir etmeyi başarıyor Van Sant bu kızların hikâyesi içerisinde. Onları ilk olarak Nathan yanlarından geçerken, Nathan’ın yakışıklılığından dem vururken görüyoruz, sonra yemekhaneye geçip, yemek yemeye gittiklerinde, masada konuştukları sohbete tanıklık ediyoruz ve ilk gerçeğin farkına varıyoruz: Bu kızlar ne kadar aptal ve gereksiz şeyler hakkında konuşuyorlar. Cidden normalde çok sevdiğimiz bu Amerikan rüyasının nadide parçaları bir anda gözümüze oldukça iğrenç ve aptal gözüküyorlar. Sonra yemekhaneden çıkıp, tuvalete gittiklerindeyse, yediklerini zorla kustukları bir sekans görüyoruz. İşte bu sekansta, onların ne kadar boş ve sadece görsel olduklarını da anlıyoruz. İçi boş bir çuval olduklarını görüyoruz adeta. Dolayısıyla onlara karşı oluşturduğumuz antipati bir açıdan da Michelle’e sempati duymamıza neden oluyor ve Amerikan rüyası yerine, Amerikan Kâbusunu sevmeye başlıyoruz.
Şimdiyse kara tahtamıza belki de, filmin hiçbir zaman unutamayacağımız karakterlerinin ismi yazılıyor: “Alex ve Eric”.Alex ve Eric anlayacağınız üzere bu katliamı gerçekleştiren karakterler. Onları ilk olarak John’u okuldan ayrılması için uyarırken görüyoruz. Bu sayede kafamızda onlar hakkında bir sosyopat imajı oluşuyor, çünkü ellerinde, içlerinde silah olduğu bariz olan çantalarla geldiklerini anlıyor ve bunun için tek bir yargıya varıyoruz: Onlar hasta. Aslında hiçbir şey bu kadar basit ya da anlaşılabilir değil, aksine bir o kadar karmaşık ve farklı. Diğer bir sekansta bir ders sahnesine geçiyoruz orada Alex’i görüyoruz sınıfın arkasında. Sınıftan birkaç kişi üzerine sakız gibi yapışkan beyaz bir madde atıyor, tam anlamıyla aşağılamak ve ezmek için. O sekansla Van Sant yine, yeni, yeniden yıkıyor kafamızdaki Alex imajını.
Birçok psikanaliz uzmanı, şiddetin uygulanmasındaki en tetikleyici nedenin, uygulayıcı olmadan önce, maruz kalan olunması olduğunu belirtiyor. Yani diğer bir deyişle, bir birey ezmeye başlamadan önce mutlaka bir şekilde eziliyor. Aslında Otomatik Portakal’da Kubrick’in oluşturduğu, şiddet döngüselliği burada da yer alıyor; ama Kubrick bu konuda daha farklı bir yöntem izliyor ve bu döngüselliği protagonistin ezdiği insanlar üzerinden gösteriyor. Belki ilk bakışta bu, yeterince iyi bir açıklama gibi gelmeyebilir; ama seri katiller ve birçok cinsi sapığa baktığımızda, onların da aile içinde bu tarz şeylere maruz kaldığı gerçeğini görebiliriz. Yani aslında Alex ve Eric’in uyguladığı, salt ve amaçsız bir şiddetten çok, bütün bir birikmenin dışavurumu olarak da görülebilir.
Diğer bir sekansta Alex’i süt içerken görüyor olmamız, babasının Alex’e, abisiyle ilgili övgü dolu sözler söylemesi ve ev içinde umursanmıyor oluşu, bizi birer birer bu gerçeğe doğru ilerletiyor. Alex’i en çok Eric’le beraber görüyor olmamız, bir gerçeği hiçbir zaman değiştirmiyor: Alex, bu iki karakter arasında ciddi anlamda içselleştirebildiğimiz, tek karakter. Annesi Alex’e tam anlamıyla bir köpek muamelesi yapıyor, adeta ona bir hiçmiş gibi davranıyor; babasıysa ona karşı tam bir tatminsizlik içinde. Bütün bunlar olurken, Alex çıkışı iki şey de buluyor: Eric ve piyano. Eric karakterini Van Sant, Alex’e kıyasla oldukça arka plana atıyor ve hikâyesinden çok da bahsetmiyor, onun yerine Eric’i, Alex’in hikâyesinin bir parçası haline getirmeyi tercih ediyor. Elbette bu tercih, filmin akışına daha fazla hizmet ediyor, çünkü bu şekilde Van Sant, her şeyin kontrolünü daha kolay sağlıyor ve de belli başlı karakterlerine, daha yüksek derecede bir derinlik katabiliyor.
Ayrıca piyano konusuna gelince, piyano filmde başlı başına, sanatı temsil ediyor. Sanatı Alex’in ellerinde gerçek ve gerçeğe ait olandan kaçış olarak görüyoruz ki bunu da çok iyi bir düzlemde vermeyi başarabiliyor Van Sant. Filmin bir başka sekansında, Alex’i piyano çalarken görüyoruz ve tabi ki bu sekans Alex’e karşı antipatimizi, oldukça başarılı bir biçimde sempatiye dönüştürüyor. Sonraysa Eric, Alex’in olduğu odaya girip bilgisayarda oyun oynamaya başlıyor, işte bu sekansta kamera oyun ekranına odaklanıyor ve sinema tarihinin en unutulmaz sekanslarından birini yaşatıyor bize yönetmen. Arka planda Alex’in çaldığı müzik; ekrandaysa, elindeki silahla boşlukta dolaşan, insanları vuran bir silah görüntüsü. Aslında bu sekans o kadar iyi düşünülmüş ve kurulmuş ki, Van Sant sanatın ne boyutlara ulaşabileceğini sunuyor bize bütün çıplaklığıyla, basitçe katliamın sinyalleri veriliyor bize, ayrıca öldürülen figürlerin, sürekli bir boşlukta hareket ediyor olmalarıysa, elbette göz ardı edilemeyecek kadar şık bir detay. Bu sayede Alex ve Eric’in, kurbanlarını da öğrenmiş oluyoruz: okulun içerisinde kimseye zarar vermeksizin dolanan öğrenciler, yani izlediğimiz bütün karakterler.
Diğer bir önemli detaysa, sipariş ettikleri silahların gelmesini beklerlerken odadaki televizyonda gösterilen Hitler belgeseli. Hitler’in seçilmesi de hiç rastlantı bir durum değil; aksine oldukça bilinçli bir seçim. Bilindiği üzere, Hitler tarihte kötü de olsa ciddi anlamda şöhrete sahip bir figür. Bu şöhretiyse öldürdüğü Yahudilerden geliyor, bir başka açıdan tıpkı Alex ve Eric’i unutulmaz kılan katliam gibi, Hitler’i de unutulmaz kılan şey bir katliam. Aynı zaman da Hitler de tıpkı Alex gibi sanata oldukça meraklı bir insan, yani Gus Van Sant burada, oldukça ilginç bir yaklaşım sergiliyor sanata karşı. Sanatı genelde sadece iyi ve temiz insanlar atfederiz ve kötü insanların sanattan anlamadığını da ya da, alakalarının olmadığını düşünürüz, oysaki Van Sant’ın da burada gösterdiği üzere sanat iyiye hitap ettiği gibi pekâlâ kötü olana da hitap edebiliyor. Yani sanatın evrensel bir statü olduğunu ve onu sadece toplumun belli bir parçasının sahiplenemeyeceğinden bahsediyor bir açıdan.
İki karakter arasındaki bağlara geldiğimizdeyse, durum daha farklı bir hal alıyor. Alex ve Eric birbirini tamamlayan iki figür gibiler adeta. Alex, Eric’le; Eric ise Alex’le birlikte var oluyor, sanki bir insan edebilmeleri için, ikisinin sürekli beraber gezmeleri gerekiyor. Bu mantığa en çok hizmet eden sahneyse filmin yine unutulmazlarından olan duş sahnesi. Bu sahnede Alex duş alırken, Eric yanına geliyor ve “Daha önce kimseyi öptün mü?” diye soruyor. Sonra hayatlarının son günleri olduklarından bahsederlerken bir anda öpüşmeye başlıyorlar ve sahne burada kesiliyor. Aslında ilk bakışta, bu sekans fazlasıyla homoseksüel bir duruş içerisinde görünse de, işin derinlerinde oldukça büyük anlamlar yatıyor. Öncelikle cinsel birleşme veya etkileşim, bir insanın bu evren üzerinde yaşayacağı en unutulmaz deneyimlerden biri olması gerekçesiyle, hiçbir insan bu deneyimden mahrum kalarak ölmek istemez. Karakterlerimizin ölüme oldukça yakın bir noktada durduklarını düşünecek olursak, bu tarz bir deneyim eşcinselliğin ötesinde, sadece bu tecrübeyi yaşamış olma hissi olarak görülebilir. Diğer bir ayrıntıysa, bu sekansla birlikte karakterlerin gerçekten sevilmeye, ilgiye ve umursanmaya ihtiyaçları olduğu gerçeği. Çünkü sürekli olarak dışlanan bireyler olmaları ve bunun yaratmış olduğu ezilmişlik hissi; ancak birilerinin onları sevmesi ve kabullenmesiyle düzelebilir.
Katliam bölümü başladığında, tekrar Alex’in John’a oradan ayrılması gerektiğini söylediği bölümü izliyoruz ve artık katliamın başlayacak olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Aslında bu bizi germek yerine, daha da büyük bir heyecan içerisine sokuyor, çünkü sürekli bir bekleyiş içine girmemizi sağlayan Van Sant, adeta “İşte beklediğiniz an.”diyor. İlk olarak kütüphanede Michelle’in kafasını görüyoruz ve Alex’in içeri girip onu öldürmesini izliyoruz. Aslında bütün bu öldürme bölümleri, Alex ve Eric’in içlerinde bulunan bir hissi veya sembolü yok etmelerini sağlıyor, yani katliam bu açıdan oldukça da alegorik. Michelle’in öldürülmesi aslında, iki karakterinde içlerindeki ezilmişlik hissini ortadan kaldırmalarını sembolize ediyor, çünkü Michelle’i de film boyunca ezilmiş bir karakter olarak görüyor ve ona, Alex ve Eric’e yapmadığımız gibi acıyoruz.
Sonra kütüphanede olan Elias’ı, Alex’in fotoğrafını çekmek için fotoğraf makinesini kaldırırken görüyoruz. Elbette Alex onu da acımasız bir biçimde öldürüyor. Filmin bir sekansında Elias’ı, çektiği fotoğrafları banyo yaptırırken izliyoruz. Bu sahneyi hayatta, zihnimize kaydettiğimiz gerçeklerin dışavurumu olarak yorumlamak mümkün. Böyle bakılırsa Elias, film içerisinde Alex ve Eric için hatırlama ve yüzleşme kavramlarını sembolize ediyor. Böylece Elias’ı öldürerek Alex zihnindeki hatırlama ve yüzleşme gerçeklerini yok ediyor. Ardından Alex’in, Brittany, Jordan ve Nichole’un olduğu tuvalete girmesi sahnesi geliyor, öldürülmelerini görmüyoruz; ama öldürüldüklerini elbette anlıyoruz. Yani Van Sant’ın burada kullanmış olduğu teknik biraz Haneke’yi andırsa da, özünde çok da fazla vahşete kaçmama amacı var.
Bir diğer katliamsa, Eric’in müdürü öldürmesi oluyor. Aslında hepinizin anlayacağı gibi, müdür sistemi temsil eden bir figür, yani düzeni sağlayan kuralları uygulayan; ama hisleri olmayan bir adam adeta. Yani bütün bu ölümler bize hep bir gerçeği veriyor: Eğer insanları bir şekilde dışlar ve ezerseniz, bunu bir şekilde dışa vuracak ve canını yakacağı kişilerden biri de siz olacaksınız. Ayrıca filmin finale yakın bir bölümünde Alex’le Eric her şeyi bitirip yemekhanede konuşurlarken, Alex’in Eric’i öldürmesi de oldukça manidar. Evet, ilk gördüğümüz anda neden, neden diyerek anlamlandırmaya çalışıyoruz; ama bunun özünde gerçeklik içeren bir hikâye olduğunu düşününce farkına varıyoruz: Şiddet şiddeti doğurur. Yani başladıkları bu katliam sırasında uyguladıkları şiddet artık sınırlarını zorluyor ve öldürme güdüsü ikisinin de ruhunu sarıp sarmalıyor.
Finale geldiğimiz de her ne kadar muğlâk bir son seçse de Gus Van Sant, anlatmak istediğini gayet başarılı bir şekilde anlatıyor. Ayrıca çok başarılı olarak kullandığı bir yöntem var Gus Van Sant’ın. Van Sant karakterlerini ne yargılıyor, ne de suçluyor, onlara karşı bir sempati ya da, antipati kazandırma çabasına girmiyor hiçbir zaman için. Bu sayede doğruyu bulmak seyirciye kalıyor. Alex ve Eric bile genel anlamda sempati kurabileceğimiz karakterler haline geliyor bazen, bu sebeple.
Van Sant’ın kullanmış olduğu bulandırma tekniğiyse, oldukça başarılı bir şekilde yerleşiyor filme. Van Sant hikâyesini anlattığı karakteri merkez alarak bazı sahnelerde diğer karakterleri bulandırıyor, bunu yaparak kafamızdaki hikâye düzlemini, daha da yerleşik bir sisteme çeviriyor. Ayrıca bazı sekansların farklı karakterler üzerinden birkaç kez gösterilmesi de oldukça başarılı ve gerçekçi bir biçimde yansıtılıyor ekrana.
“Fil”leştirdiğimiz gerçeklere geldiğimizdeyse, filmin bütün karakterlerini sürekli bir bekleyiş ya da arayış içerisinde görüyoruz. Her gün okula gidip geliyorlar ama bu her geçen günün içinde okulda farklı bir şey görmek ya da, ilginç bir deneyim yaşamak istiyorlar. Dolayısıyla sürekli bir boşluk hissi içerisinde dolanıyorlar ortalıkta, adeta yaşayan ölüler gibi. Alex ve Eric gelip bütün bu sistemi yok etmeye çalıştıklarındaysa, işte bu o beklenen garip deneyim bile diyemiyoruz. Çünkü Van Sant bas bas bağırıyor ekrana doğru: Bütün bu katliam ya da yok oluş, aslında hiç de karmaşık ya da anlaşılmaz değil, sadece ve sadece yaptıklarımızın bedelini ödüyoruz, bu evrende hissetmek için şiddete, yaşamak içinse yine şiddete ihtiyaç duyuyoruz, belki çok da huzura ermiyoruz şiddetle; ama en azından gözlerimizi gerçeklere kapatma gücünü veriyor bize. Kabil’le başlayan bu şiddet öyküsü maalesef sonlanmıyor; aksine artarak devam ediyor.
Van Sant’ın Fil’i hazmı çok da kolay olan bir film değil, yalnız izleyip anlamaya çalışanlara oldukça fazla şey söylüyor. Yeter ki sadece bakmasını değil, görmesini de bilin.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.