Lost Room, ecnebilerin “mini-series” dedikleri tipte bir dizi; Türkçe karşılığı kısadizi olabilir. Üç-beş bölümden oluşan, başrol oyuncusu esas oğlan ölüp geri dirilmeden, on beş ayrı adadan, ceza evinden kaçmadan (Michael Scofield yeni sezonda -sırasıyla- Eskişehir yarı-açık ceza evinden ve İmralı’dan kaçacakmış), dizideki tüm kadınlar ile yatmadan sona eren dizi tipidir bunlar -ki tarafımızca sevilirler. Senaryoları tüm bölümler için önceden yazıldığından ve büyük ihtimal bir film çekermişçesine titiz çalışıldığından daha lezzetli işler çıkar karşımıza.
Mevzu bahis dizimize geri dönersek, karizmatik dedektifimiz Joe Miller (Six Feet Under’dan tanıdığımız Peter Krause) sevimli kızı Anna Miller (Elle Fanning: Dakota Fanning küçük kardeşi olduğundan sürekli olarak “ya bu kız şu şeydeki kız değil mi? Ama bu daha ufak sanki?” diyeceksiniz ) ile Sunshine motelin 10 numaralı odasının gizemine kapılırlar. Her şey adı geçen odanın anahtarının dedektifimizin eline geçmesi ile başlar. Anahtarın özelliği şudur; hangi kapıda kullanırsanız kullanın, bu anahtarla açılan her kapı Sunshine motelin 10 numaralı odasına açılmaktadır. Daha da ilginç olanı; odadan geri çıkarken kendinizi dünyanın istediğiniz bir yerinde bulabiliyor olmanızdır. Durum biraz karışık olduğu için örnek ile anlatalım; diyelim ki evinizde otururken canınız Rus votkası çekti. Anahtarınızı alıp helanın kapısına takıyorsunuz, kapıyı açtığında otel odasındasınız. Bu sefer Otel odasından çıkarken Rusya’dan en uygun fiyatta içki satan tekel bayisinde olmayı düşünüyorsunuz, odanın kapısı dilediğiniz yere açılmış oluyor. Votkanızı alıp aynı yöntemle evinize geri dönüyorsunuz.
Rastlantılar sonucu bu muhteşem anahtara sahip olan dedektifimiz, özel olan tek objenin elindeki anahtar olmadığını, odadan çıkarılan her objenin garip ama özel bir gücünün (tam kıvamında yumurta pişiren – ki kayısı kıvamı olduğunu tahmin ediyorum- kol saati, kullanıldığında kısa süre için zamanı durduran bir tarak, dokunduğu nesneyi mikrodalga fırına girmiş gibi ısıtan kalem vs.) olduğunu öğrenir. Bu objeler tüm dünyaya yayılmıştır ve peşlerinden pek çok kişi koşmaktadır. Öyle ki, bu objeleri elde etmek için iki ayrı tarikat bile kurulmuştur. Tarikatlardan ilki objlerin tanrı ile iletişime geçmek için birar araç olduklarına inanırlar ve onları kutsal saymaktadırlar. İkinci tarikat ise objelerin uğursuz olduğuna inanmakta ve objeleri toplayıp, kimsenin erişemeyeceği yerlerde saklamayı hedeflemektedirler.
Dedektifimizin bircik kızı Anna Miller’ın odanın da yaratıldığı, paralel evrende hapis kalması sonucu başlayan koşuşturmaca üç uzun bölüm boyunca devam eder. Bu üç bölüm boyunca bir çok renkli karakter ve bir çok yeni -ve ilginç- obje ile karşılaşırız. Bölümlerin isimlerinden de anlaşılacağı üzere* konu yeni objeler üzerinden devam etmekte ve ana obje üzerinde son bulmaktadır.
Çeşitli altokumalara ve tartışmalara da zemin hazırlayan senaryosuyla seyirciyi büyüleyen The Lost Room, finalinde, kesin bir açıklama bekleyen izleyicileri tatmin etmeyerek birçok soru işareti bırakacak olsa da, fantastik öykü sevenleri ve özellikle ikon macera oyunlarına düşkünlüğü olanları, ekran başına çivileyeceğinden eminiz.
——
1. Bölüm: “Anahtar ve Saat”
2. Bölüm : “Tarak ve Kutu”
3. (Son) Bölüm: “Göz ve Ana Obje”
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.