Hayatın Dibe Vurduğu An: Falling Down

falling-down-film-ana.jpg

Bir insan olduğunuzu düşünün. Evet, zaten öylesiniz ama buna bir de karınızın nefret ettiği bir erkek olmayı, işinizden kovulmuş olmayı, çevrenizdeki insanların sizden nefret ediyor oluşunu ve son olarak da yazın sıcağında trafiğin ortasında sıkışmış olmanızı ekleyin. İşte Falling Down tam böyle bir hikâyeyle başlıyor. Aslında böyle durumdaki bir insanı kelimelere döken bir tabir var ingilizcede: loser, yani kaybeden. Evet, günümüz toplumunda oldukça karşılaştığımız bir insan türü ‘loser’ diye tanımladığımız insanlar. Bir şekilde hayatın her yerindeler… bazen kapı komşunuz, bazen sokaktaki dilenci, hatta bazen de sizsiniz kaybeden kişi. Hal böyle olunca, bunun sinemada örneklerini görmek de kaçınılmaz oluyor. Özellikle günümüz sinemasında bunun birçok örneğini görmek mümkünken, 90lar döneminde çekilmiş bu filmin birçoklarına kaynaklık ettiği bariz bir gerçek.

Söylediğim gibi, hikâye, karakterimiz William Foster’ın arabanın içinde sıkışmışlığıyla başlıyor. Bir anlamda Fellini’nin 8½ filminin açılışını anımsatıyor bize bu sahne; Guido’da hissettiğimiz o sıkışmışlık geliyor aklımıza ister istemez. İkisi de bir arabanın içinde nefes alamıyor, bunalıyor ve hayatın ağırlığını kaldıramıyor ama Guido hayalgücünün yardımıyla havalanıyor, göğe yükseliyor; William’sa gerçeğe olan bağlılığından dibe çöküyor, batıyor ve adeta yere çakılıyor.

Film William’ın patlama noktasına geldiği anda arabadan çıkıp yaptıklarına odaklanıyor. Metaforik anlamda William sistemin bir çarkı olan çalışanı canlandırıyor ve artık dayanamıyor, patlama noktasına ulaşıyor. Yani sistemin en önemli çarkı kendini yok ediyor, adeta sistem kendi kendini yok ediyor. William’ın yaşadığı her bir tecrübe, konuştuğu her bir birey ve insanlarla bulunduğu her bir etkileşim bizde çok tanıdık bir etki yaratıyor bizi düşündürüyor ve her saniyede bize biraz daha William’a ne kadar benzediğimizi hatırlatıyor. En başta yaşadığı bakkaldan kola alma sahnesinden tutun da, bir dazlakla yaşadığı hararetli tartışmaya dek her şey yönetmenin kontrolü altında ilerliyor. Schumacher, işini ciddi anlamda iyi yapıyor ve filmde yaratmaya ve vermeye çalıştığı mesajı iletme konusunda hiçbir sorun yaşamıyor. Ama asıl sorun da biraz bu noktada doğuyor, çünkü film bazen o kadar ciddi anlamda mesaj kaygısına düşüyor ki, filmin gerçeklik duygusu yerle bir olmasa da sarsılıyor. Bunu en çok da replikler içerisinde görmek mümkün oluyor, çünkü bütün replikler de incelikli göndermeler ve bariz sokuşturmalar yer alıyor. Bunu o dönemdeki yoğun komünist etkiyle de yorumlamak mümkün olsa da, amerikan toplumundaki bunalım duygusuyla da yorumlamak kuvvetle mümkün. Nasıl bakarsanız bakın, Schumacher kamerasını toplumdaki yozlaşmaya çeviriyor, orası kesin. İşte esas sorun da bu yozlaşmanın gözümüze sokulmasından kaynaklanıyor. Schumacher, sürekli bunu belli edecek karakterlerle karşılaştırıyor William’ı. William’ın karşılaştığı her insan bu yozlaşmanın nedenleri olarak çıkıyor karşımıza, William’ın onlara verdiği cevaplar ve gösterdiği tepkiler de bu yozlaşmayı özellikle gözümüze sokmayı hedefliyor. Elbette bu bir sorun olduğu kadar bir çözüm de oluyor, rahatsız edici derecede göze batmadığı sürece. Yani William bizim isyankâr yanımızı, bastırdığımız yanımızı temsil ediyor bazı anlamlarda.

falling-down-film-michael-douglas.jpg

Karakterler bağlamında baktığımızdaysa tek kaybeden William değil. Diğer tarafta onu yakalamaya çalışan polis Martin Prendergast da bir kaybeden. O da kızını kaybetmiş, sorunlu bir karısı var… yani o da bir kaybeden. Tam da emekli olacağı günde William’ın vakası ortaya çıkıyor, Martin de onun peşine düşüyor, yalnız bu noktada bir başka ayrıntı doğuyor. William sürekli küçük çapta suçlar işliyor; ama tam olarak da suç işlemiyor. Açıklamak gerekirse, teknik olarak ne kimseyi öldürüyor ne de hayati bir kayba neden oluyor; belki sadece çevreye biraz zarar veriyor o kadar. Ama zamanla gerçekleştirdiği eylemlerin boyutu değişiyor, daha tehlikeli ve daha vahşi bir hal alıyor ve yönetmen aslında bu noktada çok önemli bir hata daha yapıyor. Sürekli William’dan yana tuttuğu kamerası aniden William’a karşı bir duruş alıyor. Sanki bu kadar zamandır yanında durduğu William, bir anda düşmanı oluyor ve her şey tersdüz oluveriyor. Sorun aslında bu değişimde değil, bu değişimin bir mantığa oturtulamıyor oluşunda yer alıyor. Schumacher, nedenini anlayamadığımız bu değişimle kafamızı allak bullak ediyor. “Madem kötü, o zaman nasıl böyle akıllı laflar ediyordu William?” diye sordurtuyor bize ve hiç tatmin edici bir açıklama getirmiyor bu soruya.

Finaline gelince, finalinin oldukça tatmin edici olduğu bir gerçek, hatta son yıllarda izlediğim en iyi finallerden biri olduğunu söylemem de mümkün. Evet, William’la ilgili oldukça büyük boşluklar bırakıyor bu tersyüz etme noktasında ama yine de William unutulmaz bir karakter olarak kalıyor aklımızda, bütün o yaptıklarıyla. Finalden çok fazla bahsetmek istemesem de cesur bir final olduğunu belirtmemde yarar var. Schumacher, bu noktada elini korkak alıştırmıyor ve olması gereken finalle bizi tatmin ediyor.

Senaryodan bahsetmek gerekirse, filmin senaristi Ebbe Robe Smith’in senaristlik anlamında bu filmden başka kayda değer bir çalışması yer almamasına karşın, bu senaryonun oldukça başarılı olduğunu söylemek mümkün. Elbette William karakterinin tersyüz edilmesi sorunu senaryo kaynaklı ama Schumacher’in bunu düzeltmemiş olması, sorunu Schumacher’e yüklememize neden oluyor.

Oyunculuklar noktasına geldiğimizdeyse Douglas ve Duvall’ın performansları takdire şayan ama Douglas’ın performansı özellikle en iyi performanslarından biri. Yanrollerde gördüğümüz diğer oyuncularsa rollerinin hakkını oldukça başarılı bir şekilde veriyorlar. Tuesday Weld’in Prendergast’ın karısı rolündeki performansıysa bahsetmeye değer.

Kısacası Falling Down bazı anlamlarda sorunlu hikâyesine karşın; muhteşem finali, başarılı oyunculuklarıyla, güçlü yönetimiyle ve elbette akılda kalıcı replikleriyle akıllarınıza kazınacak bir film.

Golf sahasından kendini atmaya çalışan yaşlı Frank’e William’ın verdiği cevap:

Ne, beni golf topuyla öldürmeye mi çalışıyorsun? Bir oyun için bu koca sahaya sahip olmak yetmiyor. Bir de beni topla öldürüyorsun ha? Burada çocuklar oynamalı. Piknikler yapılmalı. Daha iyi bir işi olmayan siz yaşlıların elektrikli arabaları yerine hayvanat bahçesi olmalı.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın