Berlinale’nin öne çıkan filmlerinden biri daha önce oyuncu olarak tanıdığımız ama son dönemde eşi Züli Aladağ ile birlikte kamera arkasında çalışmaya başlayan Feo Aladağ’ın yönettiği “Die Fremde”ydi. Film, Sibel Kekili’nin dönüş filmi olmasının yanı sıra Derya Alabora ve Settar Tanrıöğen’in güçlü oyunculuklarıyla da dikkat çekti. Film hakkında en çok konuşulan konu ise oyunculuklar değil, yine Feo Aladağ tarafından oluşturulan senaryosu oldu. Die Fremde, Türkiye’de iki-üç örnek dışında çarpıcı bir şekilde işlenmemiş bir konuya, namus ve namus yüzünden işlenen suçlara farklı perspektiften bir bakış olarak öne çıktı. Türkiye’deki ilk gösterimini İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştiren ve alman sinemasının oskarları olarak bilinen Lola ödüllerinde en iyi film dahil 6 dalda aday olan Die Fremde hakkında merak ettiklerimizi filmi yazıp yöneten, kısacası yaratan isim olan Feo Aladağ’a sorduk. Sorularımıza içtenlikle yanıt verdi.
2005’te Independent Artists Filmproduktion’u kurana kadar sizi bir oyuncu olarak tanıyorduk. Neden sonra kamera arkasında yapımcı ve yönetmen olarak yer almaya karar verdiniz?
Benim için 3 alan, oynamak, yazmak ve yönetmek aynı gereksinimin ifade biçimi: Bir öykü anlatmak. Bu noktadaki durum benim için doğal bir evrim süreci gibiydi. Yönetmenlikte en heyecan verici şey, birlikte akan süreçlere bütünsel bir bakış açısıyla yön verebilmeniz. Die Fremde’nin prodüktörlüğünü de benim yapmam, bu güçlü gereksinimin mantıklı bir sonucu oldu. Böylece kendi filmim üzerinde tüm sanatsal kontrolü elimde tutabildim.
Eşiniz Züli Beyle ne zaman ve nasıl tanıştınız? Die Fremde’de tarif edilen Türk erkeğiyle benzeştiği noktalar var mı?
Züli Aladağ’la 10 yıl önce tanıştım. Ama filmi belli bir kişiye veya topluma bağlı kalarak yazmadım. Die Fremde’de hepimizi farklı düzlemlerde ilgilendirebilecek evrensel duyguları, korkuları ve ihtiyaçları anlatıyorum. Bu noktada Die Fremde hepimiz için farklı derecelerde ve farklı gri bölgelerde geçerli olan duyguları ve mekanizmaları anlatıyor. İnsanların kendi prensiplerini aşıp, aşk ve empati adına çaba gösterebilmesi her zaman kolay olmuyor. Hepimiz bunu başarabilmek için daimi bir çaba göstermek zorundayız.
Ne zaman ve Neden sonra Die Fremde’yi yazmaya başladınız? Sizi bu filme yönelten fikir neydi? Die Fremde’nin Leitmotif’i neydi?
Filmin çekirdeğinde bir dram anlatılıyor. Bu çekirdeğin merkezinde kaçırılmış karşılıklı yakınlaşma olasılıklarından doğan beklentiler bulunuyor. Kimsenin manevi olarak yargılanmadığı, zorunluluklar, anlaşmazlıklar ve birbirlerine bağlı trajedilerle duygusal olarak makul bir düzeye indirilen bir trajedi anlatıldı.. Ana amaç, medyanın yarattığı önyargılar ve ırkçı yaftaların ötesinde empatiyi başarmaktı. 2004’de Die Fremde’nin senaryosunu yazmaya başladığımda benim için şu imge çok önemliydi: Birbirimizi ayıran uçurumları aşan, karşılıklı uzatılan iki elin imgesi. Kaçırılmış bir fırsatın inanılmaz trajedisi üzerine bir hikaye anlatmak istedim.
Sibel Kekilli bir röportajında, sizin yıllardır bu proje üzerinde çalıştığınızı ve çok titiz davrandığınızı anlatmış. Bu projenin sizin için anlamı neydi?
Die Fremde, bir toplum katmanını ya da grubu anlatan bir portre veya bir yaşam kılavuzu değil. Filmde, bir olasılığı hissedilebilir kılmak istedim. Bu olasılığın içinde hikayenin gerçek beklentisi yatıyor. Die Fremde anlaşmazlıkları, parmakla gösteren bir didaktiklik kullanarak „1-1’lik beraberliklere“ bağlamıyor. Ben eğer mümkünse bir yakınlaşma olasılığının getirdiği duyguların izleyicide bir beklenti oluşturmasını sağlamaya çalıştım. Hikaye trajik bir şekilde aksa da, benim için önemli olan, izleyicilerin bu hikayedeki insanların olası bir uzlaşmaya ne kadar yakın oldukları ve kendi yarattıkları gölgelerin üzerinden atlamalarının ne kadar zor olduğunu anlamaları. Bu durum namus suçlarının arkasındaki dinamiklerin absürdlüğünü daha elle tutulur bir hale getiriyor. Namus için işlenen suçlar ve cinayetlerin hiçbir zaman bir kazananı olmuyor. Dışarıdan ailenin namusu temizlenmiş gibi görünse de bu ailelerin birçoğu parçalanıyor.
Die Fremde, toptan bir islam eleştirisi değil, çünkü namus için işlenen suçlar zaten sadece müslümanlıkta değil, dünyanın birçok toplumunda gerçekleşiyor. Müslümanlığa özgü değiller. Namus cinayetleri dünyanın büyük bölümünde antik ve arkaik geleneklerde görülmeye başlamış. Her yıl dünya çapında 5000’e yakın namus suçu işleniyor ki, bunlar sadece müslüman çevre ve kadınlarla ilgili değil. Suç ve cinayetle karşılaşmasalar da birçok kadın ailelerinin tutucu köklerinin altında acı çekiyor. Okul arkadaşları veya eşlerine benzer özgürlükler yaşamak isteyen, kendi hayat biçimlerini belirlemek isteyen genç kızlar baskılarla karşılaşıyorlar.
Aynı şekilde genç erkekler de, ataerkil biçimlendirmeden gelen ve „aile terbiyesinin“nin aktarılması amacını taşıyan namusa dayalı yapılar nedeniyle, özgür bir kişilik gelişimi yaşamıyorlar. Hayatla ilgili planları kalıplara sokuluyor ve engelleniyor. Çok az erkek kendilerine biçilen rolü sorguluyor. Çevrelerinin ve ailelerinin saygısını kaybetmemek için kendilerine atfedilen toplumsal rolü kıramıyorlar. Kızkardeşini öldürmek zorunda kalan bir ağabeyin, acı çekmediğini düşünmek benim hümanist bakış açıma uymuyor. Die Fremde, olayın tüm taraflarını erkekler de dahil olmak üzere gösteriyor. Erkeklerin de bu yapısal, sıkıntılarını, güvensizliklerini anlatabilirsem, bu mekanizmaların absürtlüğünü ifade edebilirsem, onlara insani bir yüz verebilirsem, onların gelenekçi dinamiklerin sadece uygulayıcısı değil, kurbanları da olduğunu gösterebilirim. Die Fremde aynı zamanda, bu deneyimi çocuklarını korumak yerine istemeden devam ettirmek zorunda kalan kalbi kırık anne ve babaları da anlatıyor.
Filmin almancası Die Fremde, ingilizcesi ise When We Leave. Neden ingilizcede bu farklı ismi tercih ettiniz?
Bu değişikliğin farklı nedenleri var. Ama en önemlisi “Die Fremde”nin ingilizce çevirisi “The Stranger”ın filme uyan bir başlık olmaması. Bu konuda o ülkedeki dağıtımcılarımızla birlikte çalışarak bir isim belirledik.
Türk erkeğinin kadın algısını nasıl okuyorsunuz?
Bunun bence soy ve kökenlerle pek ilgisi yok. Dünyanın dört bir yanında, hemen her kültürde insanların kadın-erkek eşitliği ile ilgili farklı görüşleri var. Benim dileğim, birbirimizi kadın-erkek olarak değil, insan olarak görmemiz. Bizlere dağıtılan cinsel kaynaklı rollere göre değil, aynı seviyede durarak, birbirimize saygı duymamız.
Film Berlinale’de çok beğenildi. Peki Türkiye gösterimiyle ilgili bir haber var mı? Filmi ne zaman görebileceğiz?
Die Fremde, Berlinale’de çok iyi karşılandı ve bu filmde emeği geçen herkesi çok mutlu etti. Türk dağıtımcılar da filmi alan ilk ülke oldular, bu bizi daha çok sevindirdi. Filmin ilkbahar-yaz döneminde türk sinemalarında izleyebilirsiniz. Nisan’da da İstanbul Film Festivali’nde olacağız.
Almanya’daki türklerle Türkiye’deki türkler arasında sosyal ve kültürel olarak ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?
Bana göre temel farklılıklardan biri belki de, bazı türk kökenli insanların hala kendilerini Almanya’da türk, Türkiye’de alman olarak görmeleri. Bunun kolay olmadığını, kendilerine karşı hala tam bir açıklık sergilenmediğini, çoğunlukta bulunanların dışarıdan gelenleri gerçekten kabullenmesinin zor olduğunu biliyorum. Bu durum birlikte bir toplum oluşturmamızı zorlaştırıyor. Almanya’da yavaş yavaş iyi bir yola girdiğimizi görüyorum, ama daha yapılması gereken çok şey olduğunun da farkındayım.
“Gastarbeiter” (Misafir İşçi) olarak adlandırılan kesim artık Almanya’da misafir değil. Almanya’daki türk ve alman toplumu arasındaki ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre sorunlar neler? Siz bu problemleri çözmek için neler yapardınız?
Die Fremde Almanya’daki türkler üzerine özel bir çalışma veya portre değil, spesifik ve özel bir hikaye anlatan bir drama. Zaten Almanya’da yaşayan 2,7 milyon türk de üzerinde genelleme yapılabilecek homojen bir yapıda değiller. „Türk Vatandaşlarımız“ „Almanya’daki türkler“, „Göçmen geçmişe sahip insanlar“ gibi tüm etiketler de, insanları başka ve yabancı olarak nitelemek de, toplumumuza pek yararlı olmuyor, aramızdaki sınırları ve farklılıklarımızı ortadan kaldırmıyor. Almanya’da devamlı „ikinci ve üçüncü nesil göçmenlerden“ bahsediyoruz. Kendime sık sık Almanya’da çoğunluğun ne zaman bu insanları göçmen yerine bu ülkenin vatandaşları olarak göreceğini soruyorum. Filmde anlattığım sorunlar türklerin büyük bölümü için geçerli değil. Almanya’nın türk kökenli vatandaşları kendilerini yapılan tanımlara kızgınlar. Burada kendilerini istenmeyen türkler olarak görüyorlar, Türkiye’de de almanlar olarak etiketleniyorlar.
Namus için işlenen suçlar da bu toplum içinde istisnai olarak gelişen ama büyük felaketler. Benim düşünceme göre geleneksel değerlerin genç toplum içinde yeniden rağbet görmeye başlamasının en önemli nedenlerinden biri toplumdan dışlanmışlık hissi… Benim dileğim Almanya’daki çoğunluğun, azınlık olarak gördükleri insanların sorunlarıyla da kendi sorunları gibi ilgilenmesi. Birbirimizi eşit düzeyde gördüğümüz, tabulara takılıp kalmadan sürekli bir diyalog içinde olduğumuz bir ortam diliyorum. Böyle bir diyalog temel olarak sınırlandırılmamış ve karşılıklı bir kabul görme ve yakınlaşmayı sağlayabilir. Almanya’da yaşayan tüm insanların, samimi bakış açılarıyla, genç nesiller başta olmak üzere türk kökenli vatandaşlarımıza, kendilerini toplumun kabul edilen ve istenen bir parçası gibi hissettirmesini diliyorum. Sık sık farklılıklarımız üzerinde çarpışmak yerine, ortak noktalarımızı anımsamamızı diliyorum.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.