Filmlerden Uyarlanan Öyküler: The Social Network

Üniversiteler belirsiz bir süreyle tatil edildiğinden beri aile evinde yapayalnızdı Samet. Anne ve babasının meslekleri uzaktan çalışmaya uygun değildi, onlar işten eve döndüklerinde tedbir olarak kimse birbirine fazla yaklaşmıyordu. Genelde ayrı odalarda vakit geçiriyorlar, yemek masasında bile sosyal mesafeyi koruyorlar, sıcak bağlardan uzak, mesafeli bir ilişki yürütüyorlardı. Samet kendisiyle baş başa hiç bu kadar çok zaman geçirmemişti.

“Bir insanı enfekte edebilmek için milyonlarca virüs gerekiyor. Bu milyonlarca virüs ise bir gramın 2 milyonda biri ediyor. Dünyada şimdilik 3-4 milyon enfekte insan var ve hepsini toplarsak şu an bütün dünyanın başına bela olan bu virüs 1,5-2 gram ediyor…”
Odasının içinde volta atarken, sinirli ve sesli bir şekilde bunları düşünüyordu. Sesli düşünmeye, hatta kendi anılarını kendisine anlatıp sesli bir şekilde gülmeye alışmıştı. Milyonlar ve gramlar üzerine düşünürken de iki elinin parmaklarını kullanarak hesap yapmaya çalışıyordu. Hesabı bittiğinde yüzü düşmüştü.

“Ulan nasıl bir challenge’ın içine düştük… Allah’ım sen bizi neyle challenge ediyorsun?”

Bu karantina sürecinde sosyal medyada çok fazla veriyle karşılaşıyordu; vaka istatistikleri, “Normalleşme başlıyor,” “Sakin olun, henüz başlamıyor,” şeklinde birbiriyle çelişen haberler, kaygı dolu tweet’ler, challenge dolu Instagram ve TikTok gönderileri… Sosyal medyayla darmaduman olmuş beyni, artık kendi düşüncelerinin saçmalığını anbean takip edebiliyordu. Bir an rahatlamak için odasındaki koltuğuna oturdu, çok zaman geçmeden ayağa kalktı.

Düşüncelerini durdurmanın tek bir yolu vardı. Harekete geçmek… İçinde yükselen bir dürtüyle sosyal medyada etkileşim alabileceği bir şeyler yapmak istedi. Sosyal medya nehrinin akışına kendisini kaptırırsa, düşüncelerinin kaygı verici akışından kurtulabilirdi. Küçük de olsa yenilikçi bir şey yapmalı, fark yaratmalıydı.

Karantina günlerinde, sosyal ağlarla sosyalleşirken bir yandan da yenilikçi, teknolojik bir fikir tasarlamaya çalışıyordu. Aklına gelen internet sitesi ve mobil uygulama önerileri için notlar alıp durmuştu. Aklını en çok kurcalayan fikir “The Challenge” isminde bir uygulama yapmaktı. Bu uygulamada insanlar, çok basit bir etiketleme sistemiyle birbirlerini challenge’larına davet edebilecekti. Bu fikir için oldukça heyecanlıydı. “Başındaki ‘The’yı kaldırıp ismini sadece ‘Challenge’ yaparsam daha akılda kalıcı olur,” şeklinde ayrıntılı notlar bile almıştı. Fakat tam o sıralarda Mark Zuckerberg yapmıştı yapacağını… Son güncellemeyle beraber, insanların birbirlerine challenge gönderdiği Instagram Challenge özelliği gelmişti. Kırılmıştı hevesi. Fikri çalınmış gibi hissediyordu ve en büyük sosyal ağların sahibi bu adam severdi çalmayı.

“Çalmayı,” diyerek son söylediğini sesli bir şekilde tekrar ederken annesi kapısını tıklattı. Odaya elektrikli süpürgeyle beraber girdiğinde yüzünde her zamanki gülümsemesi vardı. Samet de gülümsedi. “Bugün süpürge günü. Yani cumartesi,” diye düşündü.
Odasının balkonuna çıktı. Balkondan bir süre annesini izledi. Hafta sonu da evini temiz tutmak için çalışan bu cefakâr kadın, koltuğun üstünü, yatağının köşelerini, halıyı farklı farklı süpürge uçlarıyla temizliyordu. Onun seri hareketlerle süpürgenin ucuna taktığı farklı başlıklar online savaş oyunlarında sürekli namlu ucu değiştiren karakterleri anımsatıyordu. Evet, annesi kararlı bir şekilde mikroplarla savaşıyordu. Bu da onu, bir challenge’a başlamak, böylece dünyayı ele geçiren virüse karşı savaşmak, “Hayır biz sana yenilmedik, bak işte her zamanki gibi eğleniyor, birbirimize kafa tutuyoruz,” demek için motive etti. Sesli bir şekilde “Kafa tutuyoruz,” dedi.

Her zamanki gibi, önce Caner Çevik ismindeki yedek Instagram hesabında denemeler yapacak, daha sonra gerçek hesabında challenge’ını gerçekleştirecekti. Bu challenge kalkışmasını bir iş girişimi ciddiyetinde ele alması gerektiğine karar verdi.
Annesi temizliğini bitirip sessizce odasını terk ettiğinde, kitaplığından küçük bir defter çıkardı ve öncesinde denemiş olduğu challenge’ları listelemeye başladı. Beğenmediklerinin üstünü çiziyordu:

Yüzüne maske makyajı yapma challenge: Yüzümün maske bölgesini sürme peynirle beyaza boyasam… Hem market alışverişi çılgınlığına gönderme yapılır, hem de yaratıcı olabilir. Ama artık trend değil, tutmaz…
Şınav çekme challenge: Sadece 15 tane çekebiliyorum, hiç challenge gibi olmuyor.
Tuvalet kağıdı challenge: Daha önce denedik, kimse paylaşmadı. Kokulu pembe tuvalet kağıdıyla iyi görünmüyor.
Ekmek yapma challenge: Valide izin vermiyor, olmaz.
Kitap önerme challenge: Girişimcilik kitaplarını okumuyorlar. Hoş, ben de tamamını okumuyorum.
Evin çeşitli yerlerinde oraya buraya zıplayıp arada da tuvalet kağıdı sektirme, pilates toplarının üzerinde yürürken birden ters takla atma challenge: Bunun için çok fazla çalışmam lazım. Belki bizimkiler evde yokken denerim. Ama şimdi pilates topu sipariş etmek lazım, kargocuları bunun için çalıştırmak hiç etik değil.

Kalem defterle olmuyordu. En iyisi düşündüğü şeyleri doğrudan denemekti.

Kurumsal Twitter hesabının “Ahhhhfdsjkh” metniyle attığı tweet’i gördü. İnsan beyninin milyonlarca karmaşık bağlantısı tarafından yaratılan bu karmaşık metin, beynine bir fikir olarak düştü. “Random gülme” denilen bu kahkaha efektini sesli bir şekilde canlandırmayı deneyecekti. Telefonunu aldı, kendini çekmeye başladı. “Random gülmeyi gerçek hayatta canlandırıyorum, sen de yapabilir misin Sezgin,” diye söze başlayarak ekrana yazdığı sessiz harfleri seslendirmeye çalıştı. “Ahh… Fıdtt… Sıjjş…” gibi parçalı sesler çıkarması komik duruyordu aslında. 15 saniyeyi doldurdu, #randomchallenge etiketiyle paylaştı. Sezgin de onun Instagram hikayesini alıntılayarak paylaştı. Challenge’ına karşılık gelmedi.
Hiç vakit kaybetmeden “Damacana Challenge” diye isminde bir şey başlatmayı düşündü. “Evdeki iki dolu damacanayı dumble gibi kaldırmak hiç fena fikir değil,” diye düşünüyordu ki iki eliyle damacanaları yaklaşık 1 cm yukarı kaldırdığında yanıldığını fark etti. O sırada mutfağa yaklaşan babası da biraz ters bakmıştı sanki. Ailesi onu pek anlamıyordu.

Yorulmuştu. Koltuğuna uzanıp sosyal medyada dolaşırken güzel bir challenge’a denk geldi. Bir müzenin başlattığı challenge, hem estetik duruyor hem de insanlara, sınırlarını zorlamak için yardımcı oluyordu. Meşhur resimleri canlandırıyordu kullanıcılar: Mona Lisa, İnci Küpeli Kız, Vincent Van Gogh Otoportresi… Frida Kahlo’nun resmini canlandırırken cam silme spreyini papağan gibi kullanmıştı biri. Hoşuna giden her yaratıcı canlandırmada, sanki beğenisini bir başkasına ifade ediyormuş gibi göz kapaklarını olabildiğince açıyordu Samet.

Kendisi de pekala bu resim challenge’ının yerli uyarlamasını yapabilirdi. En bilinen tablolarımızdan olan “Kaplumbağa Terbiyecisi” uygundu. Turuncu eşofmanınını giyip geç saatleri bekledi. Ailesi uyuduğunda mutfaktan yeşil desenli çorba kaselerini, yuvarlak bir saklama kabını, oklavayı ve küçük leğeni aldı. Çorba kaselerini ters çevirip yere koydu. Saklama kabını başına şapka gibi koyup iki tişörtünü sarık şeklinde sardı. Leğeni de eşofmanının ipleriyle sırtına bağladı. Kaplumbağa Terbiyecisi’ne giderek daha çok benziyordu. Resimdeki kaplumbağa mizansenini oluşturdu, telefonun açısını ayarladı, seri fotoğraf ayarını yaptı. Eline oklavayı alıp balkonun kapısına doğru eğilerek birkaç poz verdi. Gönderiyi paylaştı. Trend olan etiketin popüler gönderileri arasında yer almayı planlıyordu. Fotoğrafını hikayeler bölümüne de ekleyerek “Bana mutluluğun resmini canlandırabilir misin Abidin?” yazdı. Yine yorulmuştu. Dünyadaki virüs vaka sayılarına bakarken uyuyakaldı…

Sabah kalktığında mutluydu, bir önceki günü verimli geçmiş gibiydi. Hemen telefona sarıldı, bildirimlerine baktı. Gönderisi sadece 45 beğeni almış, üstelik hiçbir yabancı tarafından da beğenilmemişti. “Onlar zaten nereden bilsin bizim yerli resimlerimizin değerini,” diye söylenerek, gece aldığı eşyaları bırakmak için mutfağa girdi. Annesinin sağlıklı olsun diye bol sebze ve meyveyle hazırladığı kahvaltısından ayak üstü atıştırdı, çay doldurdu. Saklama kabını geri aldı, iki tişörtünü önceki akşam yaptığı gibi sarık şeklinde bağladı, bir de sandalye alarak balkonuna çıktı. Güneşlenmek ve hava almak istiyordu. Fotoğrafını çekti, Instagram Müzik özelliğini kullanarak Yaşar’ın Nara şarkısının “Bu gece bütün İstanbul’u öpesim var,” sözlerini ekrana yansıtıp paylaştı. Kime ne mesaj vermek istediğini bilmiyordu. İçi, bütün İstanbul’u bir challenge’a davet etme isteğiyle doluydu.

Düşüncelere daldı. Bazı projeleri hayata geçen, “Biraz girişimci, biraz da serseridir,” diye tanımlanan bir adam olmak istiyordu. Sesli bir şekilde “Biraz da serseridir,” dedi. Aklına, bir arkadaşının “Sen pislik biri değilsin Samet, sadece olmaya çalışıyorsun,” sözü geldi.
Akşama kadar sokaktan geçen bekçileri, sucuları, kargocuları, diğer balkondakileri izledi. Telefon kamerasının zoom özelliğini kullanarak başka evlerde yaşananları gözlemlemeye çalıştı. Telefon karşısındalardı. Canlı yayında, görüntülü konuşmada, akışta… Oturma odasındaki anne ve babası da görünüyordu buradan. WhatsApp üzerinden amcasıyla konuşuyorlardı. Almanya’daki amcası, o küçük ekrandan ve bu mesafeden görülebilecek bir sakala sahipti. Telefonuna döndü. Sosyal medya akışını, sık aralıklarla yenilemeye başladı.

Akışla ilgilenmiyordu. Düşüncelerinin kaygı verici akışında dalgın gözlerle geziniyor, hayatının challenge’ını arıyordu.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın